Biraz kaybolayım dedim Prizren sokaklarında, olmadı. Girdiğim her sokağın sonunda ırmağın sesine ulaştım. Seyrine durdum, dokundum yer yer ve merak ettim duruluğunun sebebini.
Akdere ırmağı (Bistritsa) Kosova’nın güneybatısından doğuyor ve Prizren’i ikiye bölerek ilerliyor. Şar dağlarının kuzey yamaçlarındaki köylerden geçiyor. Yeşili hakim kılıyor dokunduğu yerlerde. İnsanları çevresine topluyor.
Henüz asli dokusunu koruyan bir şehir Prizren, ardında bıraktığı travma kaynağı felaketlere rağmen. Bosna Müslümanlarının yaşadığı katliam, Kosova’nın kalkanı oldu. Büsbütün felakete terk edilmesi, Batı’nın da felaketine dönüşürdü muhtemelen.
Şehri gezerken bana rehberlik eden fotoğraf sanatçısı Visar anlatıyor: “Sırplar savaşa kadar bizi okula almadılar. Prizen dışındaki evlerde gizlice dersler yapılırdı, ama Prizen’de ev dersleri bile gerçekleştirilemiyordu.” Visar savaş sonrası dönemin ilk lise mezunlarından.
Her zamanın vasıfsız konuma indirgemeye dönük eğitim politikalarına karşılık Müslümanlar inşaat gibi alanlarda ustalıklarını geliştirmeyi sürdürmüşler. Sanat ve zanaat, direnme alanları olmuş ticaret yolu üzerindeki bu şehirde hep. Prizren halkı, Saraybosna halkı gibi, buhran veya kriz dönemlerinde bile çevre konusunda sorumluluklarını ihmal etmemiş. Yunus Emre Enstitüsü bu alanda mevcut ihtiyaca dönük faaliyet alanları açıyor halka. Prizren’in kültürünü yansıtacak temalar üzerinden, şehrin ekonomik, sosyal ve kültürel zenginliğine katkıda bulunacak programlar oluşturmaya çalıştıklarını anlattı, ülkede bulunan Yunus Emre Enstitüsü’ne ait üç kurumun müdürü Mehmet Ülker. Ülker, canla başla çalışan uyumlu bir ekip oluşturmuş bu üç merkezde. Gazmend Kryeziu, Fatma Kryeziu ve Yeliz Çakıroğlu, arka arkaya akan programların aksamadan gerçekleşmesi için büyük emek sarf ediyorlar.
Severek yaptığınız iş bakışınızı güzelleştiriyor. Telkari ve yüz ifadeleri arasında karşılıklı bir aydınlanma oluştuğu açık. Visar’la birlikte Saray Mahallesi’nde elli yıldır telkari alanında çalışan iki kardeşi ziyaret ediyoruz. İsmet Jable ile Ali Jable kulübe misali bir mekanda çalışıyorlar. Etrüsklerin en üst düzeyine getirdiği söylenen sanat, bu elli yıl içinde yeni bir yorum kazanmış olmalı onların tezgâhında; hayranlıkla izledim çalışmalarını. O küçük tane veya küreleri nasıl birbirinden ayırt ediyorlar da büyüteçsiz, örüp kaynaştırıyorlar?
Geçmişte olduğu gibi şimdi de Türkiye ve Balkanlara açılıyor minik atölyelerinin kapıları. Kuşkusuz ülkenin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan etkileniyorlar. Söz sözü açarken Tito döneminin istikrarına özlem duyduklarını ifade ediyor iki kardeş. “Herkes çalışırdı, herkesin işi vardı, köken farkı gözetilmezdi, işsizlik, gelecek kaygısı yoktu halk arasında.” Hüviyet baskısı elbette varmış, ancak namaz oruç bayram kandil kutlamaları konularında baskı görmemişler. Kuşkusuz bu ertelendikçe büyüyen sorunlar kümesi anlamına gelmiş. Geleceğe dönük güvensizlik, geçmişi yüceltme sebebi.
Daha sonra Arasta Minaresi’ni gördüm. Camiyi yıkmış, minaresine sıra gelince durmuşlar. Baskı gel-gitlerle doluymuş demek ki.
İnsan unutsa da tabiat ve hayatların sindiği binalar hatırlatıyor. Duru Akdere, helal kazancın aynası. Visar ile Akdere kıyısında yürümeye devam ederken, yer yer Üsküdar’da, Beykoz’da, Konya’da bir sokakta olduğum hissine kapılıyorum. Bir fotoğrafçı tabelasının önünden geçerken, Visar orasının dayısının evi olduğunu söyledi. Daha doğrusu eskiden dayısına aitti ev, satıldı; ancak tamamen boşaltılmadı. Herhalde yıkılıp yerine yeni bir ev yapılacak.
Eve girip ahşap merdivenden üst kata çıkıyoruz. Tamamen boşaltılmış değil henüz, bir odasında akrabaları yaşıyor. Buna karşılık giriş kat ve diğer odalar şimdiden yıkıma terk edilmiş durumda. Şehrin küreselleşme karşısındaki çözümsüzlüğü, Thatcher’cı “alternatifi yoktur” söylemini getiriyor akla.
Oysa aslında her zaman en önemli alternatif, halkın bilfiil icrasında gelişir. 1996’da İstanbul’da gerçekleşen habitat toplantılarında Turgut Cansever ile aynı atölye çalışmasında bu konuyu tartışmıştık. Habitat’ın “katılım” vurgusuna karşılık Osmanlı şehir hayatında geçerli olduğu şekilde halkın bilfiil icra ve kararının söz konusu olmasının önemini irdelemeyi sürdürdü Cansever daha sonra. Halkın yapma girişimine üst irade katılıyor, o kadar.” Osmanlılık mı? Ne kadar, ne kadar uzağındayız bu bilinç ve pratiğin.
İşte bu konuları konuşmak ve daha fazlasını anlamak için, Yunus Emre Enstitüsü’nün davetiyle Prizren’deyim. Konferansımın içeriğini Prizne’nin İstanbul veya Bursa’nın hatalarını tekrarlamaması doğrultusunda hazırlamıştım. Bu şehirlerin sağlam güzelliğini oluşturan paradigmayı zamana uyarlamayı maalesef başaramadık. Betonlaşma eleştirilerimizi romantik sayıklamalara indirgeyen bir yaklaşımla teslim olduk kat sayısını kuralsızca artıran, komşunun manzara hakkını gaspı olağan hale getiren piyasa iğvalarına. Kendi temel çıkış noktalarımıza aykırı gidişatın ufkumuzu kaplaması şizofrenik bir kırılma oluşturuyor benliğimizde. Atalarımızdan kalan güzellikleri geliştiremediğimiz için nostaljiye kapılıyoruz. Mimar Sinan gibi çok yönlü (dahi) mühendis, mimarlar yetiştiremediğimiz için de mimaride akım oluşturacak bir hamle gerçekleştiremiyoruz.
Elbet öyle, Prizren henüz doğrudan inşa sorumluluğu bağlamında Osmanlı standartlarını koruyan bir şehir. Kalenin eteklerinde, yeşilin tonları üzerinde kırmızı lekeler… Bu pastoral manzara bozulmasın diye, sohbet ediyoruz kahvaltı saatinde, otelin restoranında, Türkiyeli bir grup Prizren hayranı. Fakat ne mümkün! Fabrikalar çalışmıyor; Kosova birçok Avrupa ülkesine göre namevcut bir Cumhuriyet. İşte, Brevozica Dağı 20 milyon Euro’ya Fransa’ya satılmış. Irmak boyunca dolaşan gençlerin çoğu ya işsizliğin can sıkıntısını sergiliyor ya da günün birinde işsizlik üzüntüsü yaşayacak.
Bir ülkenin varlığını satarak edineceği zenginlik ne kadar bereketli olabilir? Prizren henüz bilmiyor: İşler birden çığırından çıkıyor.
Visar’ın dayısının Terzi Mahallesi’ndeki aynı zamanda “Foto-Video” stüdyosunu da barındıran, ırmağa bakan bir bahçesi olan evi, sahiplerine maddi kazanç sağlayacak bir anlaşmayla satıldı. Gezindiğim güzelim odalar, ahşap tavan, işli dolaplar, yüklükler hayati bağlamlarından koparılacak tabii.
Radikal olan komünizm değil, kapitalizmdir, demişti Brecht. İstismarlara kapı açmadan kendi dokusuna özgü bir büyümeyi nasıl gerçekleştirebilir Kosova? Akdere nasıl böyle temiz, duru kalabilir? Birbirimizden tecrübelerimizi öğrenebilmemiz, birbirimize çare sunmamız mümkün olabilse keşke.