Tıpkı insanlar gibi toplumların da korkuları vardır. Bazıları zayıflamaktan, bazıları geri kalmaktan, bazıları düşmanları karşısında yenik düşmekten korkar. Oysa biz Türkler, korkumuzu bir adım daha ileriye götürürüz. Hemen hepimizin bilinçaltında “Anadolu’yu kaybetmek” korkusu vardır. Bu büyük endişeyi elbette kendi kendimize üretmiş değiliz. Yaklaşık üç yüz yıllık tarihi tecrübemiz, Şark Meselesi vb. söylemler, bizim yenilgimizin ve geri çekilişimizin bambaşka sonuçlarının olacağını gösterdi. Bunu bildiğimiz için de İstiklal Harbinde dilimizi adeta kızgın bir demire yapıştırarak hep aynı sözü tekrar edip durduk: “Türkiye Türk’tür, Türk kalacaktır!” Ne yazık ki korkumuzu üzerimizden hiçbir zaman tam olarak atamadık. Bizi bunca zamandır burada tutan ruhu konuşabilecek, slogan seviyesinin üstünde bir ortam hâlâ mevcut değil. Modern Türkiye’nin kendisini tarihsiz kılan resmî dökümü yüzünden, Türkiye’nin neresi olduğu, hangi ustaların elinde hangi malzemeyle vatan yapıldığı ve bizi korkularımızdan uzak tutacak dayanakların mahiyetine dair açık görüşlülükten yıllarca da uzak tutulduk…
Yerleştiğimiz coğrafya, tarihin herhangi bir döneminde yurt yapma mecburiyetinde kaldığımız herhangi bir toprak parçası değildi. Biz Türkler, Anadolu’yu yurt tutmakla bizden önce sayısız göçmen milleti yutmuş bir havzanın merkezine bayrağımızı dikmiş olduk. Bu, Akdeniz havzasıydı. Malazgirt Savaşı, geldiğimiz yerde çarçabuk silinebileceğimiz kayıp bir kavmin savaşı da olabilirdi. Böyle neticelenmeyişinin sebebi, zamana yayarak Akdeniz havzasına da egemen olma becerisini göstermemizdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ve nihayet bir İstiklal Harbi vermek zorunda kalışımızın en önemli nedeni de yine Akdeniz havzasındaki egemenliğimizin zayıflamasıyla ilgiliydi. Fernand Braudel’in diliyle söylersek, Küçük Asya’da zayıfların tutunma şansı hiç olmadı. Kaderimizi eski bir göç üzerinden tanımlamanın ya da Akdeniz havzasında değil de doğuda bir ülkeymiş gibi davranmanın bizi belli ölçüde körleştirdiğini söyleyebiliriz. Unutmayalım: Hâlâ Akdeniz’in merkezinde oturuyoruz ve çevremizdeki büyük gövdenin sayısız damarla bağlı olduğu kalp biziz. Tarih, bu kalbin sıhhatine göre şekillenecek…
İyi de atalarımız Akdeniz dediğimiz bu büyük devle nasıl başa çıktı? Çünkü benim Akdeniz deyip kısaca geçiştirdiğim, Fernand Braudel’in anlata anlata bitiremediği şu derin medeniyet havzası, bildik üç bin yıl boyunca nice dirençsiz toplumu hemen ya da zamana yayarak hazmetmekte pek maharetlidir. İspanya’dan Suriye’ye, Mısır’dan Anadolu’ya kadar, geniş bir coğrafyanın kaderini de hep o belirlemiştir. İyonları, Frigleri, Lidyalıları, Hititleri, Urartuları, Antik Yunan’ı, İskender İmparatorluğunu, Roma’yı ve Bizans’ı yeşertip yutandır Akdeniz. Aristolar, Eflatunlar, Talesler, Kaldeli Kâhinler, Stoacılar, Paganlar, İskenderiye ve Antakya okullarının mensupları burada akıl oyunları oynamış; Ortadoğu’nun hikmet geleneğinin, Zerdüştlüğün, sınır tanımaz Yunan mitolojisinin, Yahudilik ve Hıristiyanlığın birbiriyle boy ölçüştüğü mektep burası olmuştur. İnsanlığın çile ve emeği Akdeniz’in her yerindedir. Asya’dan, Afrika içlerinden, Ortadoğu’nun uzak kıyılarından pek çok kültür buraya akıp gelmiş, medeniyet olma becerilerini burada sınamışlardır… 1071’de kapılarını açarak içeriye girdiğimiz Anadolu, Akdeniz’i Akdeniz yapan bütün bir geçmiş zamanın açık ya da gizli işaretleriyle doluydu. Evet, bizden önceki sahibi Bizans taze bir güç karşısında duramayacak kadar yorgun düşmüştü artık. Ama bu bizi yanıltmamalı. Akdeniz yeni gelen göçmenleri öğütebilecek bir güce hep sahip oldu.
Bulunduğumuz topraklarda, dilinin altında Akdeniz’den daha büyük kelime taşımayan bir milletin yaşama şansı yoktu. Ya Akdeniz’e teslim olacak ya da Akdeniz’i teslim alacaktık. Acaba Müslüman Türklerin, Akdeniz’e, Akdeniz’in kültüründen daha yüksek bir teklifleri var mıydı? Tarihin bu soruya cevabı müspettir. Küçük Asya, Müslüman Türklerin teklifini kabul etmiş ve burada inşa ettiğimiz uygarlık, havzanın farklı yerlerinde de kabul görmeye başlamıştır. Gazilerin bitip tükenmeyen özverisi, dervişlerin bıkkınlık nedir bilmeyen çabaları sayesinde gidilebildiği kadar da gidilmiştir. Teklifimizdeki ilk zayıflama emareleri 15. asırda görülür. Sonrasında bir başka dünya kurma fikrinden çok, imparatorluğun maddi düzenini devam ettirmek için fütuhata mecbur kaldık. Ne kadar büyümüş olurlarsak olalım, bizi bir teklife memur kılan ruhun çoraklaşmaya başladığı noktada, şu pek tanıdık korku da ilk belirtilerini kalbe hissettirdi. Hâlâ buradayız! Burada oluşumuzun, bize Anadolu’yu yurt yapan “teklif”imize yeniden geri dönmemizden mi, yoksa dünyanın son iki yüz yılındaki konjonktürün tanıdığı bir avantajdan mı kaynaklandığını bir kere daha düşünmek zorundayız. İstiklal Harbinde teklifimize bir an geri döner gibi olduk ama harpten sonra teklifimizden vazgeçtiğimizi ilan ederek ömrümüzü uzattık. Bundan sonrası için soru açık: Bir teklifimiz var mı?