Edebiyatın ve politik dilin Anadolu’yu el üstünde tutması, ulus devletin inşasından biraz daha önceye gider. Ama özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra yoksul, yorgun ve tenha Anadolu övgünün ötesinde yüceleştirilmiştir. Bunda, yeni devletin başkent olarak Ankara’yı seçmesinin de rolü vardır. Hoş, elde kalan son toprak parçası da büyük oranda Anadolu’dadır ve İstanbul, Trakya gibi yerler sıkça Anadolu’dan addedilmiştir. Anadolu daha uzun yıllar politik söylemin merkezinde kalmaya devam edecek ama sanat ve edebiyat bir süre sonra ona yeniden İstanbul’dan bakmayı yeğleyecektir. Taşranın sanat-edebiyat tarafından yeniden icadı Anadolu’yu biraz da sorunlu bir alan haline getirmiştir. Ortada bir kendi gündelik hayatı içinde avunup giden ve kendi realitesi olan Anadolu vardır, bir de sanat tarafından kurgulanan, ona dışarıdan değerler, anlamlar, imalar yüklenen bir başka Anadolu. Sırtını bu büyük coğrafyaya dayayan düşünce ve siyasette de “yüceltilmiş” yüceltildiği için de realitesinden uzaklaşılmış bir Anadolu daima makbul oldu. Doğrusu bir görüntü ayarı yapmak, Anadolu söylemini üreten aktörlerin hiç birinin işine de gelmedi…
Türkiye’de son zamanlarda Anadolu’ya doğrudan ya da dolaylı olarak göndermelerde bulunan bazı kavramlar revaçta. Sıkça “Anadolu İrfanı”ndan bahsediliyor mesela ve yine sıkça “yerlilik ve millilik”ten. Nuri Bilge Ceylan, ilk filmlerinden itibaren zihninde hep bir Anadolu’su olan ve onu farklı yüzleriyle sinemaya aktaran bir yönetmen. Anadolu’yu bazen İstanbul’a gelmiş taşralı insanların kültürel arka planı olarak kullandı bazen de film setini götürüp oraya kurdu. İklimler’de mesela Anadolu kökenli bir sanatçıyı anlatıyordu Ceylan, Üç Maymun’da ise Anadolu’dan gelip büyük şehre yerleşmiş olanların mahrem dünyasını. Bu dünya Yeşilçam filmleri tarafından on yıllar önce defalarca perdeye aktarılmıştı aslında. Yine de meselenin bir de Ceylan’nın kamerasından gösterilecek bir tarafı vardı. Yönetmen, son üç filmi olan Bir Zamanlar Anadolu’da, Kış Uykusu ve en son Ahlat Ağacı’nda kamerasını alıp taşraya indi. Bunu Mayıs Sıkıntısı’nda da yapmıştı ama filmin şairane anlatımı yüzünden, sanat işi bir Anadolu ile karşılaşmıştık. Ceylan’ın özellikle son filmi Ahlat Ağacı, muhafazakar ve hatta sosyal demokrat merkezler tarafından inşa edilen ve bir ölçüde kurmaca olan Anadolu’nun karşısına gerçek Anadolu’yu yerleştiriyor. Sürekli küfürlerle konuşulan, geçim dertleri olan, tarla kenarında tenha bir yerde tensellik tecrübe edilen bir Anadolu…
Çocukluğu ve gençliği Anadolu’da geçmiş birisi, Ahlat Ağacı’nın seyrettikten sonra, şu irfanlı Anadolu’nun mu yoksa filmde sahneye aktarılanın mı gerçek olduğunu sorabilir. Aslında yönetmen yer yer aksasa da taşrada günlük hayatın dilini neredeyse birebir izleyicisine aktararak bu konuda bize fazlasıyla yardımcı oluyor. Üniversitede sınıf öğretmenliği okuyan ve yazar olma hayali kuran Çanakkale’nin Çan ilçesinden Sinan’ın hikâyesi anlatılıyor filmde. Sinan’ın; sürekli at yarışı oynayan ve bu yüzden herkese borçlanan babasının, babasının bu huyundan gına gelmiş olsa da ona derinlerde hep bağlı kalan annesinin, kız kardeşinin, dedelerin, ninelerin ve bunların da içinde konumlandığı tanıdık taşralıların hikâyesi. Ceylan, Ahlat Ağacı’nda birçok başlık açıyor: Sinan üzerinden taşrada edebiyat yapmaya çalışanlara selam çakıyor mesela, ki film de adını Sinan’ın yazdığı ve kendi imkanlarıyla bastırdığı kitaptan alıyor adını: Ahlat Ağacı. Yine Sinan’la babası arasındaki gerilimden hareketle, Odip komleksinin üzerindeki tozu bir de Ceylan üflüyor. Kuyu metaforunu da kullanıyor yönetmen; Sinan’ı filmin sonunda babasının kazıp durduğu ama bir türlü su çıkaramadığı kuyuya inmiş buluyoruz. Oğul babayı nihayet anlamış ve bir kuyuda onunla barışmıştır…
At yarışı oynayan adamların kendilerine mahsus bir dünyaları vardır; birkaçıyla dostluğum da oldu ve onlar için bir şiir yazdım: Bir Bahisçinin Eve Dönüşü. Birkaç kez de denemelerimde kendilerine hususi selam gönderdim. At yarışı oynayan adamların bütün yarışlar bittikten ve bütün yarışlar kaybedildikten sonra yerlerinden kalkıp, ganyan bayiinde ya da kahvehanede bir süre ayakta öylece duruşları yaralayıcıdır. Ellerini ceketlerinin ceplerine sokar, hiç olmayan bir şeyi arar ve sonra da ürkek bir şekilde evlerinin yolunu tutarlar. Kınamalara alışmışlardır, kınayıcılara cevap vermemeye de. Hakaretlere razı olma konusunda üstlerine yoktur. Ahlat Ağacı’nda genç edebiyatçı Sinan’ın babasının da bir şans oyunları adamı olarak mükemmel resmedildiğini düşünüyorum. Anne ona rahatlıkla bir şeyler söyler; oğlu, kızı ve babası da. Ama İdris, her yumrukta karnını içeriye çekmeye alışmıştır; kınayıcılar kınayıcılıklarıyla kalır. Ama sonunda yönetmen, bu herkesin önüne attığı kahramana, oğlun gözünde rütbe kazandırır. Sinan’ın, babasının köpeğini çalıp satarak bastırdığı kitabını babasından başkası okumamıştır. Baba oğlun gözünde aklanınca, oğul ilk kez insan emeğinin güzelliğiyle yüzleşir. Eline bir kazma alır ve babasının yıllardır kazıp su çıkaramadığı kuyuya iner. Ceylan’ın filmi, suyun bulunacağına dair bir umutla kapanıyor. Biz de öyle umut ediyoruz. Çünkü emekten yanayız…