Açlık grevi: İki türlü terk ediş

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişiminin üzerinden neredeyse bir yıl geçti, ülke olarak hâlâ yıkıntılarıyla uğraşıyoruz. Yurt dışına kaçanların dışında faillerinin önemli bir kısmı tutuklanmış olsa da henüz yargılamalar yeni başladı. FETÖ ile ilgili gözaltılar da  devam ediyor bir yandan. Artçı sarsıntılar diyebileceğimiz değişik yerlerden yapılan saldırılar da sürüyor. Hiç şüphesiz bu süreçte,  tasada ve kıvançta bir arada olmanın yolu, adalet arayışları karşısında daha hassas bir siyaset üretmekten geçiyor. FETÖ çatısı altında gerçekleşen KHK haksızlıkları üzerine sayfalarca yazılabilir. Siyasetin, hukukun sessiz kaldığı konular bir kenarda kendi kendine çözümlenmiyor, farklı sorunlara yol açarak çoğalıyor.

KHK ile işlerinden atılan iki akademisyen maruz kaldıkları hukuksuzluğa karşı açlık grevi başlatmışlardı. Grevi cezaevinde sürdürmeye devam ediyorlar; derinde buna götüren sebep kimsenin bu konuda kayıtsız kalamayacağı inancı. Göz göre göre birilerinin kendilerini öldürmesine seyirci kalınmamalı, yakıştırmayız kendimize intihar seyirciliğini, sebebi ne olursa olsun. İntihar eden kişiye kimliğini, sebeplerini sormaz, çatıdan indirmek, zehrinden kurtarmak için yollar ararız.

Ölümün kıyılarında herkes ezberlerinden vazgeçebilmeli, ölüm olgusunun böyle bir öğreticiliği olsa gerek. Kimse ezberlerinden vazgeçmiyor; grevi ablukaya almış gibi görünen kesimler de…  Bedenini ölüme yatıranın bunu hak aramaktan ziyade bir dava adına gerçekleştirdiği kanaati, feda kültüne özgü ezberler suskunluğun sebebi. Saatlerce tartışılabilir bir konu, ancak, açlık grevi karşısında muhafazakârlar da sanki söz orucu tutmaktalar. Sonuçta iki insan canlarından vazgeçmiş durumda,  günden güne eriyorlar. Bir yanda başkasının tükenen canı üzerinden anlam üretmeye çalışırken apaçık kul hakkına giren kesimlerin oluşturduğu gerilimli hava, diğer yanda ise bedenleri tükenen insanlar karşısında acilen bir şeyler yapılmasını talep edenlerin tutumunu bir menfaatle ilişkilendirme örneğinde son noktasına taşınan sağırlık… Orada uçurumun kıyısında iki kişi var diyelim, düşmek üzereler, seslenmez misiniz, durun, bir konuşalım hele, diye, inandığınız hayatın değerleri adına…

Çocuksu, naif bir yanı var açlık grevi eyleminin. Açlığın sebep olduğu tükenişe kimsenin, haksızlığa sebep olduğu düşünülen kesimlerin bile seyirci kalamayacağına dair bir varsayıma yaslanıyor. Açlıkla gelen tükeniş, normal olarak gerçekleşmeyen dinlemeyi, karşılaşıp konuşmayı sağlayacak mı?

Siyasiler, hükümet mensupları -yani bu tür tıkanma noktalarını aşma maharetine sahip olmaları gereken kişiler- bütün elinde olmayanlarla birlikte her şeye rağmen bir cümle kursalar, Türkiye belki yeni bir açı kazanacak.

Bir cümle eksik, bir cümle fazla… Üzerine konuşulmaması imkânsız bir sahne bu, etrafını çevreleyen ölüsevici mizansenlere rağmen. Bunu bir hak arayışı mücadelesi olarak görüyor grevciler, ellerinde kalan tek çare biliyorlar bunu. Göz göre göre tükenen bedenler üzerinden nasıl bir dava savunusu yapılabilir?

Açlık grevine yapıcı bir anlam yüklemek her şeyden önce inançlarıma aykırı, onların ölüme gittiği süreci sessizce izlemek de öyle. Söz konusu olan uzun süren bir intihar. Beden bir bağış, bana göre öyle; bedenim benim mülküm değil, onu kıymetli bir emanet gibi görüyor, bu nedenle de oruç tutuyorum. Sürekli bir açlığın, bedeni  tüketen bir reddin orucu değil tuttuğum, dünyayı bana bambaşka gösterecek bir konum değiştirme. Yadırgama, yeniden hatırlama, bir de o açıdan bakma. Oruç tutmak ibadet olduğu gibi, bir de sanattır. Bir de o açıdan bak, başka bir açıdan bak.

İnsan duyduğu acıyla bir de yalnız kaldığı hissine kapılırsa açlık grevine gidebiliyor; keşke öyle olmasa. Fakat bunun alkışlarla mistifike edilerek teşvik edilmesi gerçekten tuhaf. Dostları olsaydım canlarına kıymamalarını söylerdim haykırarak, yine de söylemek isterim. Hayat, bağış ve imkân.

Yeni bir söz olarak ne söyledin? Kim, hangi, cümleyi kurdu? Bütün şiirler okunmuş, bütün nutuklar çekilmiş vaazlar verilmiş gibi. Aslında öyle mi?

Cemal Süreya dizesini hatırlatıyor daralan zamanlar: “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek.”

Kendini haklı hissedebilirsin, ama bu haklılık payı ancak başkalarının acısını görme sorumluluğuyla bir değer üretebilir.  O senin acılarını görmedi mi? Sen “o” değil kendinsin, yani acı değiş tokuşu yapmaya razı olmayan değerlerin bağlısı… Kişilikli olmak, yani emanet sahibi olmanın sorumluluğunu haiz bir yerden bakmak hayata, yaşadığı acıları biricik kılmadan başkalarının acılarını anlayabilmenin kaynağına dönüştürmekle aynı şey.

Başkalarının acılarında sınanıyoruz. Bu acıları çeşitli gerekçelerle görmezden geldiğimiz takdirde ise kendi yaşadığımız acılar toplumsal sağaltım ve esenliği sağlayacak bir olgunlaşma sağlamış olmuyor. Tecrübelerimiz, çektiğimiz nice acı, önümüze çıkarılan engeller, hegemonların duyarsızlığı ve eleştirmeyi sürdürdüğümüz nice yıkıcı halin hikâyeleri, durduğumuz yeri sağlama almanın yakıtı olarak harcanıyor.

Hepimiz mal, can ve haysiyetlerimizle birbirimize emanetiz Hayat Veren’in nezdinde. Ramazan’ı yaşadık, açlık ibadetini, nefis terbiyesini, kendini sınırlamayı öğrendik bir ay boyunca. Herkesin çığlığı farklıdır, bunu öğrenmiş olmalıydık. Kulak verilmesi gereken kişi bütünüyle benimle aynı düşündüğü için hak etmiyor bunu, kendimi haklı bulduğum değer ve ilkeler zaviyesinde kendini tahrip etme noktasına gelecek kadar ümitlerini yitirmiş bir insana uzatabileceğim bir merdiven, bir el, bir söz olmalı. Bu bir bağış değil, taviz hiç değil, bir vazife.

Nuri Pakdil, “İnsan seni savunuyorum sana karşı” derken ne demek istemişti acaba…