Abdülhak Şinasi okumanın mecburiyeti

Abdülhak Şinasi Hisar’ın geçmişte tanıdığı ve hakkında birkaç sayfa kalem oynattığı ediplerden biri de Halit Raşit’tir. Onu Paris’te, arkadaşı Neyyir vesilesiyle tanımış, hatta bir keresinde Rue des Carmes’daki fakir öğrenci evinde ziyaretine bile gitmiştir. Yazar, ruhunu sıkan küçük bir odada sadece Halit Raşit’le değil, hepsi matem havası içinde, sakallı birçok Rus genciyle de karılaşmıştır. Rusların evde bulunmalarının nedeni, 1900’lerin başında Paris’e giden ve orada kendisini unutturan bu İstanbul firarisinin Rus kız arkadaşıdır. Halil Raşit’in daracık mekânında “mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan, birbirlerine benzeyen ve adeta birer terki dünyaya dönmüş olarak çay içen” Rus devrimcilerinin içinde yakın gelecekte dünyanın kaderini değiştirecek biri de vardır: Lenin. Abdülhak Şinasi, Halit Raşit’i anlatırken Lenin’e birkaç cümleyle değinip geçer. Oysa bu portre yazısı kaleme alındığında Rusya’da devrim olmuş, Lenin’in ismi bütün dünyada bilinir hale gelmişti. Ballandırmak istese, şu kısa tanışma faslının bile epey bir meraklısı, hatta alıcısı mevcuttu. Yazarımız, o günün bulanık hatırasına sadık kalır, henüz hafızalarda yer etmemiş Lenin’i öyle bırakıp, sözü, hafızasında asıl yer etmiş arkadaşına getirir: “Ancak Halit Raşit’i hatırlıyorum…”

Üstadımız Abdülhak Şinasi, tanıştığında çok bilinen biri de olsaydı, kaleminin ikbali için Lenin’in siyasi şöhretinden istifadeye yeltenmezdi. Onu da Halit Raşit gibi büyük hadiselerin değil, küçük girdapların içinden tanıtacak; “Fahim Bey ve Biz” ya da “Çamlıca’daki Eniştemiz”de olduğu gibi özellikle insanlık hallerine ayna tutacaktı. Ama biz, ‘yakın gözlüğü’ takmış bu büyük edebiyatçıyı okurken, onun çevreden ve biraz uzaklardan getirip aralara sokuşturduğu cümleler sayesinde hiç fark etmeden bir devrin müştemilatını da görme fırsatı bulacaktık. Eserleri, hayatın ayrıntıları bir araya getirilerek inşa edilmiş leylek yuvalarına benzeyen Abdülhak Şinasi, o yuvalara döneminin dallarından, kokularından, yapraklarından da pek çok malzeme yerleştirmiş, böylece kahramanını bir nebze olsun zamanda ve mekânda sabit tutmayı başarabilmiştir. Şimdilerde bir ucu Nuri Bilge Ceylan filmlerinde boy veren zamanı hızlandırmadan anlatma arzusu, doğası gereği ayrıntıya odaklandığı ve popüler beklentilerden uzak durduğu için, hep bir yanılgıya da sebep oldu: Sanat yapmak. Bu cümleden, yazarın ya da yönetmenin, belli bir kültürel donanıma sahip insanları muhatap aldığını vurgulamak isteriz. Evet, öyledir! Abdülhak Şinasi, macera arayan okuyucuya el uzatmaz.

Üstadımız Abdülhak Şinasi’yi okurken, bize yaşattığı dil zevki sayesinde, asıl maceranın anlatının kendisi olduğunu öğreniriz. Bu dil zevkine işçilik de dâhildir; ayrıntıları, tanelerini dağıtmadan bir üzüm salkımı gibi okurun sofrasına kadar getirmeyi başarır. Çamlıca’daki Enişte’nin köşkü yağmurdan su almaya başladığında, köşkün şurasına burasına yerleştirilen kap kacağı sayarken mesela okuyucusunu nasıl da şaşırtır: “Türk evlerinde bulunan biraz su alabilecek kap namına ne varsa, yani gaz tenekeleri, çamaşır ve hamur tenekeleri, küpler, taslar, güğümler, kazanlar, kâseler, kovalar, lengerler, bakraçlar, leğenler, sahanlar, testiler, saksılar, şişeler, çömlekler, ibrikler, maşrapalar, binlikler, kavanozlar, tencereler, damacanalar, renkli veya buzlu sıçra veya billur büyük ve küçük sürahiler, üstlerindeki hasırları aşınmış ve çıkarılmış ve camları meydanda kalmış karlıklar, hülasa her cinsten ve her çeşit kapların boy boy, irili ufaklı ve renk renk (…), birbirlerine yakın veya uzak, hepsi de sıra sıra kiremitlerden sızan ve tavanlardan damlayan (…) yağmur akıntılarının ehemmiyetlerine göre onlara isabet eden yerlerde (…) dizilmiş oldukları görülürdü. Bu manzara hayli hüzünlüydü.”

Üstadımız Abdülhak Şinasi Hisar, okunmasını önereceğimiz yazarlardan biri değildir. O, Türkiye’de ve Türkçe eğitim alan herkesin, dilimizin imkânlarını ve okuyucuya verdiği hazzı tecrübe için uğramaya mecbur olduğu bir kalemdir. Her edebiyat gibi bizim edebiyatımızın da kendini yenileyen, zaman içinde değişen, çeşitlenen bir tarafı var elbette. Geçmiş bizden uzaklaştıkça, geçmişin zevkleri ve mevzuları da bizden uzaklaşıp alıcılıklarını yitirebiliyor. Ve belki bu yüzden, Abdülhak Şinasi’yi merak eden genç okur, dışarıda hayat bütün canlılığıyla onu çağırıyorken, tenha bir köşkte, artık kullanılmayan eşyalar arasında bulabilir kendini. Mesele değil. Okuma alışkanlığı devam ediyorsa, bir gün mutlaka Abdülhak Şinasi’nin dil köşküne geri dönecek; onun, bir öznenin hallerini anlatmaktaki maharetine şaşıracak ve bu çığırtkanlığa heves etmeyen adamın ne büyük bir çığırıcı olduğunu teslim edecek. Şu da var: Türkiye, Abdülhak Şinasi’ye kültürümüzün çeşnisi değil de kültürümüzün merkezi muamelesi yaptığında ancak işlerimiz yoluna girecek. Cemal Süreya’nın dediği gibi: Türkçe bilenin işi rast gider.