2016’nın yazında neler oldu?

Romancılar geçmişe gitmeyi sever, sinemacılar da öyle. Geçmiş, irili ufaklı sayısız hikâyenin yaşandığı yerdir. Bu hikâyelerden pek çoğunun üzeri zaman tarafından örtülmüştür. Kimse bir zamanlar insanlar arasında nelerin yaşandığını, kaderlerin nasıl değiştiğini bilemez. Ama zaman bazılarının üzerini de hiç örtmez; bazı aşkları hep konuşmayı sürdürürüz, bazı felaketleri ve bazı siyasi olayları da öyle. Tarafları, mağdurları ya da karar vericileri artık sahneden çekilmiş olan bütün bu olayların ortak yanı, yaşanırken sırlarının tam olarak çözülememiş olmasıdır. Zamanla yeni belgeler ortaya çıkar; çekmecelerden bir hatırat, özenle saklanmış bir fotoğraf, bir istihbarat örgütünün yayınlamakta beis görmediği malumatlar vs. Ve ortaya çıkan her bilgi bizi yeniden o günlere götürür. Geçmişin profesyonel yolcuları ise tarihçilerdir. İşleri gereği, her yeni bulguyla beraber olay mahalline geri dönerler. Üzülerek söyleyelim ki, geçmişin olayları aydınlatıldığında atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir. Bize de olup biteni okumak kalır. Bazen, bir siyasi hedefe varmak için izlenen dolambaçlı yollar yüzünden şaşırıp kalırız. Doğrusu kendi zamanlarının hadiselerinden en çok tedirginlik duyanlar da, geçmişe ilgi duyanlardır. Çünkü her büyük olay, ayrıntıları ancak gelecekte aydınlanacak bir planın ilk aşamasıdır.

Gelecekte tarihçiler, sosyal bilimciler ve siyasetçiler, 2016’nın yazında Türkiye’de yaşananlara özel bir vurgu yapacaklardır. Tarih, ister onu planlayanların istediği şekilde yürüsün isterse o plana karşı mücadele edenlerin başarısıyla sonuçlansın, her iki durumda da 2016 yazının önemi değişmeyecek. Unutkanlar için bir kez daha hatırlatmakta fayda var: Birkaç yıldır süregelen intihar bombası eylemlerinde birden artış yaşandı, İstanbul’da üç yerde bu yolla katliamlar gerçekleştirildi. Antep, Elazığ gibi illerde de benzer eylemlere şahit olduk. Ve 15 Temmuz gecesi siyasi tarihimizin en karanlık ve karmaşık olaylarından biri vuku buldu. Lideri Amerika’da ikamet eden bir cemaatin mensuplarının yoğun iştirakiyle bir darbe girişimi oldu. Tarihin bir dizi krizle kapımızı çaldığı 2016 yazında, kısa bir süre önce mensuplarının azımsanmayacak bir kısmı darbeye karışmış ve ihraç edilmiş olan ordu, Suriye topraklarında askeri bir harekâta başladı. Bütün bunlar yaşanırken, içeride de bazı siyasi aktörlerin yer değiştiğine tanıklık ettik; başbakan ve içişleri bakanı değişti mesela. Bölgenin siyasi kaderi şekillenirken ve Türkiye birden savunma hattından çıkıp hücum hattına girerken, televizyonlarda ise İslamcı ve Kemalist aydınlar arasında aşık atma yarışı yapılmaktaydı.

Keşke bir zaman makinemiz olsaydı da bir anlığına elli yıl sonrasına gidebilseydik. Ama böyle bir makine icat edilmedi henüz. Biz de topal aklımız ve ağır aksak adımlarımızla bir yandan netameli bir patikada geleceğe doğru yürüyor, öbür yandan da zamanın sık meşelikleri arasından görülen sınırlı bazı görüntüleri yorumlamaya çalışıyoruz. Şöyle de denebilir, dünya siyasetinin güçlü aktörleri yeni bir tablo yapıyorlar ve biz ortaya çıkarmak istedikleri resmin ne olacağını da, bu resimde Türkiye’ye nasıl bir ton verileceğini de tam olarak kestiremiyoruz. Bu resmi daha baştan bütün ayrıntılarıyla kararlaştırdılar mı yoksa koşullara göre rötuşlar yapma payları var mı, bunu da bilmiyoruz. Ancak resmin bazı parçaları ortaya çıkmaya başladı; o parçalara bakarak sınırlı çıkarımlarda bulunabiliyoruz. Bu parçalar Irak, Suriye ve Libya parçaları. Her üç ülkede de, ‘diktatörlüklerin yıkılması’ niyetiyle siyasi, toplumsal, askeri operasyonlar yapıldı ve bu ülkeler ‘yapma örgütler’in devreye sokulmasıyla içinden çıkılmaz bir kaosun kurbanı oldu. Ve yine her üç ülkede de süreç, birden fazla devletçiğin sınırlarının belirginleşmesini sağlayacak bir plan çerçevesinde işletildi. Resmi yapanlar nerede hangi boyayı kullanacaklarını belli ki çok iyi biliyorlardı. Bazen kabilecilik, bazen mezhep, bazen de etnisite boyasını kullanmaktaydılar. Ama ne hikmetse kenarlarından başlamış resmin göbeğini boyamayı en sona bırakmışlardı.

Daha şimdiden şunu söyleyebilecek bir açıklığa kavuşmuş bulunuyoruz. 2016 yazı, geleceğin tarih kitaplarında, Türklerin önemli kader yıllarından biri olarak anılacak; buna kuşku yok. Kuşkulu olan, “2016 Türklerin Kader Yılı” başlığının kaderini bizim mi yoksa dünyanın egemen güçlerinin mi atacağı. Birkaç yıl önce savaş sebebiyle Suriye’den Türkiye’ye gelen Cevdet Said ile Gerçek Hayat için bir söyleşi yapmıştık. İlk kez o söyleşiden sonra bazı can alıcı soruları sormaya başlamıştım kendime. Özetle şunları söylüyordu Said: Siz Suriye’yi ne kadar tanıyorsunuz? Hiçbir demokrasi deneyimi olmayan bir ülkeyi birkaç ay ya da birkaç yılda demokratik bir ülke yapabilecek sihirli formülünüz nedir? Ve o önemli cümleyi sarf ediyordu: Tarihi hızlandırabilir misiniz? Açık söyleyeyim, bu soruların hiçbirisine verilecek bir cevabımız da bir hazırlığımız da yoktu. Oysa dünyanın efendisi, boya kutularını eline almadan önce bu soruları da cevaplarını da çok iyi biliyordu. Biz aradan geçen zamanın ilk yarısını onun planlarına intibak, ikinci yarısını da kavrayabildiğimiz kadarıyla karşı durmakla geçirdik. Umalım ki gelecekte “2016 Türklerin Kader Yılı” başlığını Türkler atsın.