Sağlığın gaspı
Günümüz dünyasına hâkim durumda olan şeytanîler bu kirli düzenin devamını sağlamanın yolunun, insanların sağlığını gasp etmekten geçtiğini fark ederler. Bunun için bütün dünyayı tek tipleştirmeyi denerler. Bu görev, ilk sermayesi dede Rockefeller’in sağlık sömürü ve sahte ilaç pazarlamacılığı ile kurulan Rockefeller hanedanına verilir. Rockefeller Vakfı’nın önderliğinde yürüyen çalışmalarla, hikmet ve ahlaka dayalı kadim tıp ortadan kaldırılarak, ‘batı tıbbı’, ‘endüstri tıbbı’ ya da ‘Rockefeller Tıbbı’ olarak adlandırılan ‘güncel tıp’ sistemi tezgâhlanır.
İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde cârî kılının Rockefeller tıbbı, İkinci Cihan Harbi sonrasında büyük emekler harcanarak tüm dünyaya yayılır. Tıbbın “fetva” müessesesi yapılan FDA bu sahanın patronu haline getirilir. FDA’in doğru dediği ‘doğru’, yanlış dediği ise mutlak ‘yanlış’ olarak kabul edilir. O ‘hastasın’ diyorsa, herkes hastadır. O ‘ameliyat edilecek’ diyorsa, ameliyat edilir. Hatta o ‘öldün’ diyorsa, canlı da olsanız organlarınız alınarak öldürülürsünüz.
Sağlığın gaspı ile büyük ölçüde siyaset, ticaret, sanat, zanaat, dinî ve sosyal hayattan koparılan insanlık, sadece sağlığını geri kazanmaya itilmiştir. Gelenek, tecrübeî ve dinî usul ve esasların küçümsenerek çöp edildiği zamanımızda, görüntüleme, ağrı kesici, kortizon, kemoterapi, vitamin, ameliyat beşgeninin içerisinde köşe kapmaca oynatılan insan ve devletlerin; hem paraları, hem de sağlıkları gasp edilmiştir. Körleştirilmemiz nedeniyle de gasp şiddetlenerek devam ediyor!
İlaç ve aşı terörü
Sağlığı gasp edilmek sûretiyle bir girdabın içine sürüklenen insanlık, sıhhatini geri kazanmak için aşı ve ilaçlara mahkûm ediliyor. Bugün Rekombinant DNA teknolojisi sayesinde insanın DNA’sına nüfuz ederek fıtratını değiştiren, eşyanın mahiyetini bozan, harsı ve nesli tahrif eden ilaç endüstrisinin sömürü hacmi 1 trilyon 2 milyar doları geçmiş durumda. On civarında batılı kimya şirketinin insafına bırakılan insanlığın geleceği büyük bir muamma olarak 2019’a devrediliyor.
Nimet olan ağrıyı uyuşturucularla baskılayarak bağımlı yapan, hastalıkları kortizonla örten, kanser yapıp kemoteropi ile acısız ölüm vadeden, beğenmediğiniz yerleri neştere tabi tutan, bozulan gıdalarda yok edilen vitamin ve mineralleri sentetik olanla tamamlamayı tavsiye eden tıp sayesinde, sadece Türkiye’de bir yılda bir milyardan fazla doktora müracaat gerçekleşiyor. Sadece 2018 yılında Türkiye’de 13,5 milyon insan ameliyat edildi. 81 milyon kişi ortalama 4,5 gün hastanede yatırıldı. Kişi başına 16 kutu ilaç kullandırıldı.
Dünyada ilk aşıyı 17. asırda Osmanlı icat etmişti. 19. yüzyılda Sultan Abdülhamid Han hazretleri ‘Bakteriyolojihâne-i Osmanî’yi kurmuştu. Cumhuriyet devrinde ‘Refik Saydam Hıfzıssıhha Kurumu’na dönüşen bu müessese, aşı ve serum üretmekle kalmayıp, ihracat da yapmakta idi. Ancak bu müessesenin faaliyetleri durdurulup, çoğu Yahudi olan aşı şirketlerine mahkûm olunmuştur. Engelli doğumlara neden olmakla suçlanan Rekombinant DNA aşılar, dünyanın en çok tartışılan ürünlerinden biri durumundadır. Bu tartışmanın 2019’da da artarak sürmesi mukadder gözüküyor.
Organ ticareti
Endüstrileşme sonrasında önce çevre kirlenmiş, ardından da insanın sıhhati bozulmuştur. Neticede böbrek, pankreas, karaciğer, kalp gibi organlar başta olmak üzere organ yetmezlikleri veba benzeri bir salgına dönüşmüştür. Önemli ölçüde bir zengin hastalığı olan organ yetmezliği daha çok batılı ülkeler, Körfez ülkeleri ve İsrail’de görülmektedir. İki böbrekten birinin aile içi nakli hariç, organların yalnızca diriden alınması nedeniyle, 1967-68’de “beyin ölümü” adı verilen bir tez ileri sürülmüştür.
Organ naklinin yolu ilk olarak Rockefeller’e ait Harvard Üniversitesi tarafından 1968’de açılır. 2015 yılında ölen David Rockefeller’e resmi rakamlara göre, 7’si kalp, 2’si böbrek olmak üzere çok sayıda organ nakledilmiştir. Zenginlerin alıcı, fakirlerin de verici olduğu organ nakli hususunda, dünya çapında kapsamlı gayri meşru bir ticaret yapılıyor. Dirisine kıymet verilmeyen ya da insan muamelesi bile görmeyen kimsesizler ve çocuklar kaçırılıp organları gizlice zenginlere naklediliyor.
Dinî duygular da alet edilerek yürütülen bu sömürüye, 2013 yılında yayınladığı bir fetva ile Vatikan son vermiştir. Müslüman fıkıhçıların önemli bir kısmının cevaz vermediği organ nakli meselesinde organların korunması yönünde çaba sarf etmeyenler, nakil söz konusu olduğunda “sadaka” ve “iyilik” sömürüsüne başvuruyorlar. Endüstri bilerek veya bilmeyerek üretim usulleri ile organ yetmezliğini artıran üretimlere devam ediyor. Uluslararası kimya şirketleri her şartta kârlı çıkmayı sürdürüyor. Organ kaçakçılığını ise İsrail ve hahamlar yürütüyor.
Kısırlaşma salgını
Allah-ü Teâlâ, Şûrâ Suresi’nin 49 ve 50. Ayet-i Kerimelerinde “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler ve dilediğine de erkekler bahşeder. Yahut hem kız, hem erkek çocuk verir, dilediğini de kısır kılar. O, bilendir, her şeye Kadir’dir” buyrulur. Bu emri ilahi gereği, 2. Cihan Harbi’ne kadar ortalama yüz çiftten bir ya da ikisi kısır olurken, günümüzde neredeyse yeni evli üç çiftten birinin çocuğu olmuyor.
Kısırlığın salgına dönüşmesi nedeniyle de hemen her yere ‘tüp bebek merkezi’ olarak isimlendirilen sağlık birimleri kuruluyor. Prof. Dr. Bülent Tıraş, insanoğlunun gelişme pahasına çevreyi kirletip, kendi ırkının üremesine zarar verdiğini ifade ederek, “Türkiye’de 2005’te yılda 15 bin tüp bebek yapılırken, şimdi 80 bin civarında. 12 yılda oran 5 kat artmış” diyor. Türkiye’de 15 yıl önce 39 adet tüp bebek merkezi varken, 2018 sonu itibariyle bu sayı 148’e ulaştı. Kısırlığın arttığı tek ülke Türkiye değil, bu alanda en sevindirici olanı ise kısırlık artışında İsrail’in dünya birincisi olması. Bizim açımızdan korkutucu olan cihet, bu asrın sonunda yüz evli çiftten sadece 5’inin normal yolla çocuk sahibi olabilme riski…
Gıdaların toksikleştirilmesi
Endüstrileşme sonrasında gelişen teknoloji, hayatın her alanını kuşattığı gibi gıdaların da mahiyetini değiştirdi. Kimyevî maddeler ziraî üretimleri istila etti. Kimyevî maddeler verim artışı, haşeratla savaş gibi amaçlarla ‘tarım ilacı’ ve sentetik gübre
adı altında yoğun bir biçimde bitkilere verilir olmuştur.
Tarım ilaçları ve sentetik gübrelerin içerdiği kimyevî, biyolojik ve radyolojik maddeler, yetiştirilmesinde kullanılan meyve, sebze ve tahıl türü ürünlere nüfuz etmesinin yanı sıra su kaynaklarının da kirlenmesine yol açmıştır. Kurşun, kadmiyum, cıva,
nitrit, nitrat ve benzeri ağır metallerin yanı sıra pek çok pestisitin gıdalarda yer almaya başlaması ‘gıda güvenliği’ tartışmalarına neden olmuştur.
Gıdaların raf ömrünün uzatılması, lezzetlerinin artırılması, markalar arasındaki farklılıkları sağlaması, renk, tat ve hacim
değişikliğini mümkün kılması, uluslararası seyahatlere imkân sağlaması gibi nedenlerle gıda maddelerine yapay katkı
maddelerinin eklenmesi ve endüstriyel işlemler yapılması da tartışmaları büyütmüş, insan ve çevre sağlığı konusundaki endişeleri artırmıştır. Besin değeri bozulan veya azalan gıdalara, toksik maddelerin de eklenmesi dünya çağında bir
biyolojik açlığın çıkmasını sağlamıştır. Hastalıkların artışına neden olduğu gibi engelli doğumlara da yol açan sentetik veya işlem görmüş gıdalar ciddi bir tehdit halini almıştır. Tohumların tabiî yapısına müdahale, nano ve biyoteknoloji
olarak adlandırılan teknikler de tehdidi iyiden iyiye büyütmüştür. Bu yüzden yiyip içtiklerimiz artan obezite, diyabet, kanser, kalp yetmezliği ve doğum kusurlarının en önemli nedenleri arasında sayılmaktadır. Yakın gelecekte bir iyileşme beklenmemesi gıda ve beslenme sıkıntılarının 2019’da artması ve yeni tartışmalara neden olması bekleniyor.
Laboratuvar hastalıkları
Laboratuvar hastalıkları yeni bir şey değil. Biyolojik silahların asırlar evveline uzanan tarihi de bir laboratuvar virüsünün hikâyesidir. Bu bağlamda sık sık gündeme gelen şarbonu asla hatırdan çıkarmamak gerekiyor. Çünkü bir “biyo-terör” ya da “biyo-harp” yönteminin silahı.
Biyoteknolojinin gelişmesiyle genetik yapısına müdahale edilen bakteri ve virüsler, biyo-silahlara dönüştürülebiliyorlar. Bunlar havadan atılabilir, su kaynaklarına bırakılabilir, gıdalara eklenebilir, bitki ve hayvanlara bulaştırılabilirler. Genetik yapısı değiştirilen ister serbest ticarete konu enzimler, isterse ilaç ve aşılar, isterse de terminatör gene sahip tohum ve benzeri materyaller de “biyo-silah” olarak kullanılabilirler.
Laboratuvarlarda üretilen hastalıklar ya da biyolojik silahlar; toplu ölümler, ilaç ve aşı satmak, güvenli işgal için toprakların tahliyesi, panik meydana getirip, ekonomik ve siyasi yapıları tahrip, gündem değiştirmek ve sosyal sorunlara yol açmak için kullanılabilirler.
Kuş gribi, domuz gribi bunun en son örneklerindendi. Rus Jeopolitik Araştırmalar Merkezi Başkanı General Leonid Ivachov ise Rus RIA Novosti haber ajansına açıklama yapmış ve “Domuz gribine yol açan virüs, ABD tarafından laboratuvarda üretildi” demişti. Halen Afrika ülkelerinin başını belası edilen ebola virüsü bir laboratuvar hastalığı olarak karşımızda duruyor. Dahası ABD 2007 yılında EBOLA virüsü için patent müracaatında bulunmuş 2010 yılında CA2741523A1 numara ile patent bile almıştı.
Gelişen gen ve DNA teknolojileri sayesinde hastalık üretmek artık çok kolay. Bugün dünyanın pek çok yerinde görülen hastalıkların pek çoğu tarihin hiçbir devrinde görülmediği gerçeği bize nasıl bir gerçekle yüz yüze olduğumuzun en büyük emarelerinden biri. Belki de daha yolun başındalar.