CHP’liydi ama Sultan Vahdeddin’e hiçbir zaman ‘hain’ demedi. Okuduğu Mekteb-i Sultanî sıraları bile onu ‘monşer’ yapmaya yetmedi.
Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca, Arapça biliyor, Osmanlı alfabesini de şakır şakır okuyordu, buna rağmen kimseye tepeden bakmayı düşünmedi.
Bayazid’de İstanbul Gazetecilik Enstitüsü’nün en ünlü mezunlarındandı, doktorasını Strazburg Üniversitesi’nde tarih dalında yaptı.
İlmiyle âmil olma ve eser verme tutkusu onu bilgiye aç bir aşığa çevirdi. Böylelikle Avrupa’nın pek çok ülkesinde arşivleri arşınlayıp durdu.
KOCA AKDENİZ’İ GÖLE ÇEVİRMİŞ
Sevdalısı olduğu İstanbul’daki kütüphanelerin dışında Venedik, Cenova ve Roma’da bulunan kitaplıkların gediklisi oldu. Zira ‘Osmanlı’ deyince yüreği titriyordu. Mütarekeler, istihbarat raporları, mektuplar… Koca Akdeniz’i göle çevirmiş Türk levendlerinin hikâyelerini Venedik arşivlerinde Latince okumaya bayılırdı.
“En zengin kaynakları İtalya’da buldum. Bunları bilmeden 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Osmanlı’nın Trablusgarb, Tunus ve Cezayir’deki varlığını hiç anlayamayız” diyordu.
Bir ara, kerim devletimize dair pek çok öykünün peşine Moskova’da bile düşmeye niyetlendi; çalıştığı gazetenin gece sorumlusuyken Rusça öğrenmeye soyundu, hem de Fransızcadan.
6. LİSANA YAFTA MANİ OLDU
70’lerin cinnet ortamında elinde Fransızca-Rusça sözlüğünü görenler ona “Komünist misin?” diye sormaya başlamıştı. Yaftalanma korkusuyla sözlüğü çöpe attı, “Altıncı lisanı öğrenmesem de olur” dedi.
Liseden sonra kardeşi Doğan’la Galatasaray’ın genç takımında oynadılar. Futbolda yetenekliydi ama cebinden hiç eksik etmediği sigarası, onun A takıma yükselmesini engelledi. Kramponlarını bir daha giymemek üzere çıkarırken yüreğindeki kitap ve lisan tutkularına şimdi de Cimbom taraftarlığını eklemişti.
ARAP KAYMAKAM’IN OĞLU
Stadyumda maç izlerken Galatasaray ne vakit gol yese bir çeşit totem yapar, gider başka bir yere otururdu. Bab-ı Ali camiasına Türkspor dergisinin futbol muhabirliği ile girmişti. Haber için takip ettiği bir Cimbom maçı sonrası valizini toplamaya eve gitti; zira babası Libya’ya başbakan olmuştu.
İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte İtalyanların Libya’dan çekilmesinin ardından orada bir yönetim boşluğu oluşmuş, ülkenin lideri İdris Senûsî’nin talebi üzerine Ankara, ‘Arap Kaymakam’ olarak nâm salmış Sadullah Koloğlu’nu bağımsızlığa hazırlanan Libya’nın ilk başbakanı yapmak üzere Bingazi’ye göndermişti.
Genç Koloğlu, delifişek çağlarını babasıyla gittiği Bingazi’de Osmanlı tarihini araştırmakla geçirdi. Ona Libya’da ‘Türk Başbakan’ın, Türkiye’de ise ‘Arap Kaymakam’ın oğlu diyorlardı. Dedeleri, 1500’lerde Osmanlı’nın Kuzey Afrika’ya gönderdiği akıncı levendlerindendi. 1929 doğumlu delikanlı, 80 yaşında katıldığı bir programda şöyle diyordu:
“Büyükbabam Derne’de aşiret reisi. Kuloğulları… Anadolu’dan toplanıp Kuzey Afrika’ya gönderilen ve orada yerli kadınlarla evlenmek zorunda kalmış Türk askerleridir. Kuloğlu Arap aşireti değildir. Onlar Türk Levendlerdir. Babam, Sultan Abdülhamid tarafından aşiret mektebine alınıyor. Daha 10 yaşında Abdülhamid için verilen teşekkür toplantısında Türkçe nutku babam veriyor.”
Anadolu’daki pek çok ilde valilik ve kaymakamlık yapmış, yönettiği her bölgeyi kalkındırmasıyla nam salmış ve 1941’de İnönü yönetimince emekliliğe mecbur edilmiş babasının 1952’deki ölümüyle Libya’dan Türkiye’ye, İstanbul’a döndü.
GAZETECİLİĞE İNTİSAB
Bab-ı Ali’ye bu kez hızlı dalmıştı: Yeni Sabah, Son Saat, Yeni İstanbul, Milliyet ve Akşam gazetelerinde çalıştı.
Bu ülkenin milli duyarlılığı yüksek her ferdi gibi Masonlara merak sardı. Locaların iç yüzünü araştırdı.
Mustafa Kemal, Abdülhamid, Enver, Vahdeddin, Ecevit, Fikret Mualla, Ahmet Tevfik Paşa, Lawrence gibi karakterlerin hayatlarını kitaplaştırdı.
SULTAN HAMİD VE VAHİDEDDİN HAN’I SAVUNDU
Sultan Vahdeddin’in ‘hain’ olmadığını, Abdülhamid’in de ‘Kızıl Sultan’ yaftasını hak etmediğini savunurken gazeteci arkadaşları tarafından ‘gericilikle’ suçlandı.
“O ünlü Lawrence, Arabistan coğrafyasında İngiliz parası dağıtan bir piyondur yalnızca. Asıl oyun kurucu (Harry John) Philby idi” diyerek ezberleri bozarken, aynı zamanda İngilizlerin 19. yüzyıl boyunca Osmanlı’yı tam 5 defa yıkılmaktan kurtardığını söylüyordu.
‘Düşmanın çalışma yöntemlerini araştırırken, İslam âleminin kuyusunu kazan iradenin şeytansı hilelerini ortaya seriyor, istihbarat oyunlarına karşı uyanık olmamız gerektiğini öğütlüyordu.
BASIN ATEŞELİĞİNE ATANDI
1964’te Turizm ve Tanıtma Bakanlığı kadrosuna alınıp Basın ve Tanıtma Ateşesi olarak atanması ona farklı kapılar açtı. Roma, Karaçi, Paris, Londra ve Beyrut’ta görev yaptı. Gittiği her yerde mutlaka devlet arşivlerine giriyor, orada ecdâdın saklı kalmış hikâyesine ilişkin belgeler arıyordu.
Avrupa ve Kuzey Afrika’yı boydan boya dolaşmış, farklı diyarları tanımaya meftun levend genleri onu, Roma’dan Karaçi’ye gitmeye zorlamıştı. Pakistan’daki ateşelik kadrosunun boş olduğunu duyunca arabaya atlayıp İran ve Afganistan üzerinden Karaçi’ye kadar günlerce direksiyon sallamış, geçtiği bölgeleri de fotoğraflayıp arşivlemeyi ihmal etmemişti.
ABDÜLHAMİD HAN’I TEHDİT EDEN RAPOR
O günlerde Hind Müslümanlarına ilişkin İngiliz belgelerini tararken karşısına Sultan Abdülhamid’in, saltanatının ilk yıllarında sömürgeciler tarafından nasıl tehdit edildiğine dair rapor çıkmıştı:
“Karaçi görevim sırasında bir belge bulmuştum. İngilizlerin bir türlü kontrol altına alamadıkları Abdülhamid’e yönelik tehdidiyle ilgili… Sefaret kanalıyla İngiliz hükümeti ‘Abdülhamid’i uyarın, yoksa sonu amcası Abdülaziz gibi olur’ demiş. Tarih 1879.”
Bülent Ecevit’in Libya danışmanlığında bulundu. 1979’da ise Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü yaptı. Yıllar yılı devletin koridorlarında dolaşmıştı ama aklı hep yazdığı-yazacağı kitaplardaydı.
BÜYÜK BİR ARŞİVİ VARDI
Araştırdığı meseleye dair her bilgiyi konusuna göre istifliyordu. Kafasında oluşturduğu bilgi-belge hazinesini nev’i şahsına münhasır her tarihçi gibi ‘çuval hesabıyla’ ölçüyordu. Yaşı iyice kemâle erdiğinde ‘yükünün’ ağırlığını soranlara şöyle diyordu:
“Arşivim 300 çuvaldı. 200 çuvalını İzmir (Kent Müzesi) arşivine bağışladım. 50 çuvalını İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne bağışladım, basınla ilgili olan belgeleri… 50 çuvalını da sonraki eserlerim için kendime sakladım.”
2 YILDA 10 KİTAP
Eserlerini daha rahat kaleme almak için 2007 yılında Tuzla’daki özel bir huzurevine yerleşti. Burada tüm zamanını okumak ve yazmakla geçirdi. Böylelikle sadece 2 yılda 10 kitap yayınlayarak erişilmesi güç bir performansa imza attı.
Yıllar geçti, kafa kağıdı eskidi ama o hiç yorulmak bilmedi. Takvimler 17 Nisan 2020’yi gösterirken Hakk’ın rahmetine kavuştu.
“Büyükbabam Derne’den, büyükannem Giritli, öbür büyükbabam Konya, öbür büyükannem Oflu.. İşte bu Osmanlı’dır” diyen Osmanlı beyefendisinin 1929’da Konya’nın Kadınhanı ilçesinde başlayan hikâyesi 91 yıl sonra son buldu. Muhteşem hafızalı bu asil insanın huzurevindeki masasında, yazmaya hazırlandığı 91. kitabının notları vardı.
Bizlere bıraktığı büyük kültür mirasıyla ORHAN KOLOĞLU ağabeyimizi rahmetle yâd ediyoruz!
Allah taksiratını affetsin!