O bizim süper kahramanımızdı

On ya da on bir yaşındaydım. Kasaba berberinde sıramı bekliyordum. Dükkân, çizgi romanlarla doluydu. Conan mı okusam, Örümcek Adam mı, Zagor mu derken; bir Superman cildi ilişti gözüme… Superman vs. Muhammad Ali… İki süper kahraman karşı karşıya! Uzayda, başka bir gezegende yapılacak olan bu müsabakada dünyanın en büyüğünün kim olduğu belirlenecekti. Heyecanla elime alıp okumaya başladım. Maceranın orta yerinde, Bizim Ali, Superman’i fena halde pataklıyordu, yüzünü gözünü morartıyordu; sonra bir uzaylıyla karşılaşıyor ve onu da pataklıyordu.

O zamanlar da, beyaz adama karşı hep “renklilerden” yanaydım. Aslında mahallenin bütün çocukları öyleydi. Bruce Lee ile Chuck Norris karşılaştığında; Lee’den yanaydık. Western filmlerinde Kızılderililerden yana… Mandrake’den ziyade yanındaki Müslüman dostu Abdullah’ı seviyorduk. Ve elbette; Ali ile Superman karşılaştığında da Ali’den yanaydık. Bizim Ali’den… Muhammed Ali’den… Ali, çizgi roman boyunca Superman’in haşatını çıkartırken ben de heyecandan yerimde duramıyordum. Macera bittiğinde, başıma bir şaplak yedim; tamam artık bitti, dedi berber, aynaya baktım, üç numaraya vurulmuş saçlarım diken dikendi.

Bir devrimin öyküsü

Aradan 6 -7 yıl geçti… 17 yaşındaydım. Hakan Albayrak’la tanıştım. Sabahlara kadar o anlattı, ben dinledim. Üç kişinin hayatını anlatmıştı. Bir: Kamyon şoförlüğünden Memphis’teki krallığa uzanan öyküsüyle Elvis Presley… İki: Derin bir içsel serüven yaşayıp İslamiyet’i seçen Yusuf İslam (Cat Stevens)… Üç: Muhammed Ali… Hiç şüphesiz, Muhammed Ali’nin öyküsü en renkli, en heyecanlı, en sürükleyici olanıydı. Onun öyküsünde hem Cat Stevens’ın öyküsündeki gibi içsel bir serüven vardı, hem Elvis Presley’in öyküsündeki gibi bir başarı hikâyesi… Ama bunlarla da sınırlı değildi. Bir tarih vardı onun öyküsünde…

Sömürgecilik tarihinin başladığı yıllardan 19’uncu yüzyılın kapitalizmine uzanan bir tarih… Kölelik tarihi… İslamiyet’in tarihi… Medeni haklar tarihi… Kara kıta Afrika’dan yeni kıta Amerika’ya; 15-16’ncı yüzyıldan 20’inci yüzyıla uzanan sosyal, ekonomik ve siyasi bir tarih… Üstelik her biri ayrıca efsane sayılabilecek çok renkli adamlar vardı onun öyküsünde; Malcolm X, Martin Luther King, Rosa Parks gibi… Nation of İslam hareketi vardı… Kara Panterler Hareketi vardı… Vietnam savaşı vardı… Siyah adamlar, çekik gözlüler, Ortadoğulular ve öfkeli beyaz adamlar vardı onun büyüleyici hikâyesinde. İsyan vardı… Dünyanın kendisi vardı. Çünkü kavganın tam orta yerinde yaşanmış bir öyküydü Ali’ninki. Bir devrimin öyküsüydü; devrimci bir öyküydü!

Dünyada nice şampiyonlar yetişti, nice rekortmen sporcular çıktı; ancak Ali başkaydı. Onun hikâyesi sadece iplerin çevrelediği ringlerle sınırlı değildi. O bir bakıma modern zamanların Spartaküs’üydü. O sadece ringlerin şampiyonu değildi, o, yaşadığı yüzyılın kahramanıydı. Bizim kahramanımızdı. Asyalıların, Afrikalıların, Ortadoğuluların, Latinlerin kahramanı…

Amerika’nın baş belası

12 yaşında, kaybettiği bisikletini aramak için yanlışlıkla bir boks salonuna girmişti. Ama bugünden bakıldığında, görüyoruz ki, o bisikletin kaybolması, Ali’nin o boks salonuna girmesi aslında onun kaderinin örülmesinden başka bir şey değildi.

22 yaşına geldiğinde, o artık bir dünya şampiyonuydu. Üstelik ağırsıklet boks şampiyonu. Böyle bir başarı dünya tarihinde görülmüş bir şey değildi. Adım adım süper kahramanlığa uzanıyordu Ali… Ağır sıklet boks şampiyonu olmasının hemen ertesinde, Müslüman olduğunu ilan etti. Cassius Clay köle ismiydi, benim adım artık Muhammed Ali dedi. Bir kimliği büsbütün geride bırakıyor, yeni bir kimliğe bürünüyordu Ali. Büyük bir değişim yaşıyordu. Tam bir süper kahraman hikâyesiydi. Üstelik ne kostüme, ne de kimliğini gizlemeye ihtiyaç duyuyordu. Olduğu gibi çıkmıştı dünyanın karşısına. Bir şampiyon olarak, bir Müslüman olarak… Bu yeni kimliğini bütün dünyaya ilan etti ve böylece gerçek bir süper kahramana dönüştü Ali. Daha doğrusu mazlumlar ve ezilmişler için süper kahraman, kendini dünyanın süper gücü ilan eden Amerika için ise tam bir baş belası…

‘Siyahım ve onurluyum’

Bu baş belasından, Muhammed Ali’den kurtulmak için onu Vietnam’a göndermek istediler. Bu Muhammed Ali’ye ve Amerika’daki siyah harekete indirilmek istenen bir darbeydi. Bir keresinde, Conan’ın bir macerasında okumuştum, iri yarı bir adam Conan’a sert bir yumruk indirince, Conan şöyle bir cevap veriyordu: “Önemli olan iyi vurmak değildir, önemli olan iyi vuruşa karşı dayanıklı olmaktır.” Ali, çocukluğundan beri iyi vuruşa karşı dayanmanın sırrını keşfetmişti. Ve Amerikan Hükümetinin bu darbesine karşı, hiç kimsenin beklemediği, yine yalnızca süper kahramanlara has bir karşı koyuş gösterdi:

“Benim Vietkonglularla bir işim yok, olamaz da” dedi. Orduya katılmayacağını, beyaz efendilerin dünyanın bir başka yerinde halkları köleleştirmek için harcadığı çabaya maşa olmayacağını açıkladı. Milyonlarca dolar kaybedeceğini söylediler, yılmadı. Sonunda 5 yıl hapis, 10 bin dolar para cezasına çarptırıldı. Lisansı iptal edildi, pasaportuna el konuldu, şampiyonluk unvanı elinden alındı. Yine de geri adım atmadı.
Amerika, Vietnam’da büyük hayal kırıklığına uğradı. Muhammed Ali de bu sırada hukuk mücadelesini kazandı ve lisansını, pasaportunu, her şeyini geri aldı. Geriye sadece şampiyonluğunu geri almak kalmıştı.

Ve bir de onurunu.

Bir zamanlar Amerika’da ırkçılığa karşı “siyah güzeldir” diye bir kampanya başlatılmıştı. Ali, sadece “siyah güzeldir” demekle yetinmiyordu. Bütün özgüveniyle, şair ve devrimci kişiliğiyle aynı zamanda “siyah onurludur” diyordu. 1974’te, bugünkü Kongo, o günkü Zaire’nin başkenti Kinşasa’da dönemin ağırsıklet boks şampiyonu George Foreman’la maça hazırlanırken, sık sık bunu söylüyordu: “Yüksek sesle söyle: Siyahım ve onurluyum!”

‘Ben Foreman’ı yeneceğim, sen kanseri’

Çocuklarla birlikte koşuyor, onlarla şarkılar söylüyordu. Rakibi, George Foreman merhametsiz ve adinin tekiydi. Zaire’ye yanında bir Belçika kurt köpeğiyle gelmişti. Zaire Belçika sömürgesiydi ve Belçikalılar vaktiyle, savaşamasınlar diye Zaireli erkeklerin, çocukların ellerini kesmişti.

Ali ise çocuklara karşı son derece merhametliydi. Hatta bir keresinde, ekibinden bir adam, küçük, çelimsiz bir çocuğu Ali’ye getirmişti. Çocuk, Muhammed Ali ile tanışmak istiyordu. Muhammed Ali çocuğa baktı ve “Neden bu sıcakta o şapkayı takıyorsun, hava çok sıcak” dedi. Çocuk, “Lösemi hastasıyım, saçlarım yok, kemoterapi görüyorum” dedi. Ali, “Ben George Foreman’ı, sen lösemiyi yeneceksin!” dedi. Çocuk ona baktı ve, “Umarım haklısındır Ali” dedi. Küçük çocukla Ali’nin fotoğrafını çektiler. Ali fotoğrafın üzerine, “Ben George Foreman’ı, sen de kanseri yeneceksin. Allah seni korusun. Muhammed Ali” yazdı. Yaklaşık iki hafta sonra bir telefon geldi. Çocuğun babası arıyordu. “Jimmy çok hasta, hastanedeyiz” diyordu. “Başaramayacak ama hayattaki en büyük isteği Ali ile tanışmaktı.” Durumu Ali’ye aktardılar. Ali, sabahın köründe iki saatlik mesafedeki hastaneye doğru yola çıktı. Küçük çocuk beyaz çarşaflarda yatıyordu. Saçsız, kocaman mavi gözlü, beyaz bir çocuk… “Muhammed, geleceğini biliyordum” dedi çocuk. Muhammed Ali yaklaşıp çocuğa sarıldı ve “Sana söylemiştim, sen kanseri yeneceksin ben de George Foreman’ı, böyle olacak” dedi. Ancak küçük çocuk kendisiyle ilgili gerçeğin farkındaydı ve şöyle cevap verdi: “Hayır Muhammed, ben Tanrı’yla tanışacağım ve ona seni tanıdığımı söyleyeceğim!”

Herkesin kalbi yumruğu kadardır

Bahisçiler George Foreman’dan yanaydılar. Çocuklar ise Ali’den… Dünya sisteminin umursamadığı Zaireli insanlar da Ali’den yanaydı. Ali, bütün Zairelilerin umuduydu. Bütün Afrika’nın… Bütün Asya’nın… Bütün Ortadoğu’nun umuduydu… Ve elbette bütün Türkiye’nin… Eller semaya yükselmiş, dudaklardan, kalplerden Ali’nin zaferi için dualar yükseliyordu.

Ve maç günü gelip çattı. Ali ile Foreman soyunma odasında oturuyorlardı. Ali, Foreman’a yumruğunu gösteriyordu. O an, bir fotoğraf karesine yansımıştı. Birkaç yıl önce, o kare üzerine, şu şiiri yazmıştım:

Biliyor musun George,
Herkesin kalbi yumruğu kadardır.
Şunu görüyor musun?
Benim kalbim seninkinden büyük.
Bunu anlayabiliyor musun George?
Yani ben senden yürekliyim.
Yani ben senden büyüğüm.
Bu da demek oluyor ki,
Bu gece seni fena halde döveceğim.
İşte seni bununla döveceğim.
Bütün kalbimle!
Bütün kalbimle!
Bütün kalbimle!

Maç başlamıştı. Bütün Zaire halkı, Foreman’dan nefret ettikleri için maç boyunca “Ali Bomaye” (Ali, onu öldür!) diye bağırıyorlardı. Ve Ali, Foreman’ın işini bitirdi. Yeniden dünya şampiyonuydu. Bu, yirminci yüzyılın gerçek süper kahramanının, bizim süper kahramanımızın, ezilmişlerin, yoksulların, mazlumların süper kahramanının geri dönüşüydü.

Superman’i dize getiren adam

Ali’nin vefat haberini alınca, 25 kiloluk küçücük bir çocukken bir berber dükkânında okuduğum o çizgi romanı hatırladım. O günü ve sonrasını… O çizgi romanın sayfalarına tekrar baktım internetten… Şunu fark ettim: Süper gücünden ötürü yalnızca uzaylılarla ve insanüstü güçlere sahip olan başka süper kahramanlarla dövüştürülen Superman, Muhammed Ali’nin gerçek hayatta elde ettiği kahramanlık dolayısıyla ilk defa gerçek bir insana karşı dövüşürken çizilmek zorunda kalmıştı. Beyaz, Hristiyan Amerika, siyah bir adamın süper kahramanlığını tasdik etmek zorunda kalmıştı.

Kelebek gibi uçup arı gibi sokan adam, Amerikalı beyazların ürettiği ışık hızında uçan uzaylı Superman’i dize getirmiş, ona gerçeği fısıldamıştı, onun kâğıttan bir kaplan, kendisinin ise gerçek bir süper kahraman olduğunu. Ve aslında, hikâyenin tamamına bakınca, Muhammed Ali’nin Superman’in şahsında dize getirdiği şey, kendini süper güç olarak gören ırkçı Amerika’ydı.

Evet, Ali gerçek bir süper kahramandı. O, zulme uğramış bütün ötekilerin; bütün renklilerin sevgilisiydi. Afrikalıların, Ortadoğuluların, Asyalıların, Latinlerin… Herkesin. Onu sevmeyenler de ona saygı duymak zorunda kaldılar. 1942’de Cassius Marcellus Clay olarak hayata başlayan Muhammed Ali, ringlerdeki ve ring dışındaki onurlu mücadelesiyle milyarlarca insan için gerçek bir süper kahraman olarak anılarak aramızdan ayrıldı. Allah rahmet eylesin.

 

Benzer konular