Yetmiş dört yıllık ömründe yaşamadığı, yüreğinin derinliklerinde hissetmediği, acısını, sızısını gönlünde duymadığı hiçbir duygu, düşünce ve olayı ne anlattı, ne yazdı, ne de çalıp söyledi. Söylediği her türkü, her bozlak, hatta her oyun havası, yüreğini yaralayan, içini kanatan, gönlünü yakan sevdaların, acıların, yoksulluk ve çilelerin içten gelen feryadı idi. Yakın dostu ve Neşet Ertaş Kitabı’nın yazarı Bayram Bilge Tokel, “Türkülerin Efendisi” olarak isimlendirdiği merhum söz ve sanat ustası Neşet Ertaş’ı anlattı.
Türkmen/Abdal müzik geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ismi Neşet Ertaş aramızdan ayrılalı altı yıl oldu. 2012 yılının 25 Eylül günü türküleri öksüz, bozlakları yetim bırakarak Hakk’a yürüdüğünde yetmiş dört yaşındaydı. Hayatı boyunca, olağanüstü güzellikteki sesi ve sazıyla harika türküler, bozlaklar çalıp okuyan bir icracı/yorumcu olarak bilindi. Oysa bunun ötesinde ve üstünde, sanatçı kimliği ve kişiliği ile genç yaşında gerçek bir ‘ekol’ oluşturmuş saz ve söz ustasıydı.
Garip, Kul Garip, Garip Bülbül mahlaslarını kullanarak yazdığı ve çok büyük bir kısmını ‘havalandırarak’ (besteleyerek) türküleştirdiği şiirleri ile de ‘halk ozanlığı’ geleneğinin çağımızdaki önemli temsilcilerinden biriydi. Bu şiirlerin teknik ve estetik yönden sahip oldukları mükemmelliğe, anlam derinliğine, imaj zenginliğine, duygu yoğunluğuna ve kullanılan dilin sağlamlığına bakarak, şairini, halk şairliği geleneğinin altın halkalarından biri sayabiliriz. Bu yönüyle Neşet Ertaş, geleneğin öz kaynaklarından beslenen tüm gerçek halk ozanları gibi, geleneği, özünden koparmadan ve asli yapısını zedelemeden yenileyerek devam ettiren az sayıdaki usta ozandan biridir.
SANATI ŞÖHRET BASAMAĞI DEĞİLDİ
Yüksek sezgi gücü, derin irfâni birikimi ile o, köklü bir geleneği devam ettirmenin, geleneğin aynen tekrarından değil, onu yenileyerek, yeniden ifade ederek söylemekten geçtiğini çok iyi seziyor ve biliyordu. Bunu, sadece türküleriyle değil, vokal ve enstrümantal icrada sergilediği tavır, üslup ve yorum farkıyla da ortaya koyuyordu. Deha derecesindeki yeteneği ile havalandırdığı türkü ve bozlaklarında gördüğümüz hem orijinal ve sağlam, hem de lirik ve zengin müzik cümleleri, ezgi kalıpları ve makamsal zenginlik, O’nun eşsiz bir kompozitör (besteci) olduğunu gösterir.
Neşet Ertaş asıl gücünü ve büyüklüğünü, sanatı ve sanatçılığı bir çıkar kapısı, şöhret basamağı, gösteriş unsuru olarak değil, samimi ve dürüstçe yapılan bir ‘gönül hızmatı’ olarak gören derviş kişiliğine borçlu. Sanat onun için samimiyet ve dürüstlük demekti. İnanmadığı, yaşamadığı, acısını yüreğinde hissetmediği hiçbir şeyi yazmadı, konuşmadı, çalıp söylemedi. Gücü de, cesareti de, sanatındaki olağanüstü başarısı da büyük ölçüde bu özelliğinden kaynaklanıyordu. Sık sık şöyle derdi: “Kendini bilen Yaratan’ı bilir, Yaratan’ı bilen yaratıldığını bilir, e yaratıldığını bilince geriye ne kalır ki…”
GÖNÜLLERİN HİZMETÇİSİYDİ
Neşet Ertaş bu dünyaya, Yunus’un “dostun evi” dediği gönüllerimizi yapmaya geldiğine inanıyordu. Bunu sık sık, “biz gönül hızmatçısıyız, insan gönlüne hizmet Hakk’a hizmettir” şeklinde ifade ederdi. “Bizim silahımız gönüldür, biz gönülle ağlatır, gönülle güldürürüz” derdi. Babası Muharrem Ertaş’ın ardından söylediği o ünlü bozlakta “Gönül delisini neyledin dünya” derken, Abdallık geleneğinin bu en güçlü damarına vurgu yapıyordu hiç şüphesiz. Ve en çok gönül üzerine türküler, bozlaklar söylemişti. Konserlerindeki coşkun kalabalığın huzuruna çıktığında söylediği “ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım” sözlerinin, bazılarının sandığı gibi ezberlenmiş klişe bir ifade olmayıp, son derece bilinçli söylendiğini biliyorum. Bir gün, bu ifadeyi kendince küçültücü bulup Üstad’a yakıştıramayan birine verdiği cevabı unutmuyorum: “Topraktan geldik, toprağa gideceğiz, ayakların turabı olmak insanın aslına dönmesidir; gönül hızmatçılığı ise insan olmanın bir gereğidir, çünkü gönül Allah’ın evidir…”
BİR GARİP ABDAL
Binlerce yıllık tarihi ve kültürel geçmişe dayanan tasavvufi kaynaklı “Abdallık” geleneğinden besleniyordu büyük oranda. Daha çok sözlü kültüre dayalı, usta çırak ilişkisi ile devamı sağlanan, somut davranışlar bütünü halinde nesilden nesile bizatihi yaşanarak ve sazla-sözle aktarılan bu kültür ve felsefe, onda tam bir hayat tarzına dönüşmüştü. ‘Kültürlü’ bir insan olmaktan çok, irfan sahibi ve bilge bir insan tipi idi. Kendi ifadesi ile, “Mektep medrese görmemiş, okuma yazmayı askerlikte öğrenmiş, hayatında bir kitabı bile baştan sona okumamış” biri, hakiki bir ümmi: “derununda gevher ezen”, “özünü bendine çeviren”, “can gözüyle gören”, “tüm canları Hak bilen”, “sazını Hak için çalan” bir Garip Abdal… Babası merhum Muharrem Ertaş ile birlikte, Abdâlân-ı Rum’un, yani Anadolu Abdallarının çağımızdaki en büyük temsilcisi, son abdal değil belki ama, son büyük Abdal…
Yetmiş dört yıllık ömründe yaşamadığı, yüreğinin derinliklerinde hissetmediği, acısını, sızısını gönlünde duymadığı hiçbir duygu, düşünce ve olayı ne anlattı, ne yazdı, ne de çalıp söyledi. Söylediği her türkü, her bozlak, hatta her oyun havası, yüreğini yaralayan, içini kanatan, gönlünü yakan sevdaların, acıların, yoksulluk ve çilelerin içten gelen feryadı idi. Neşet Ertaş türkülerinin tiryakileri, onun en coşkulu, neşeli türkülerini söylerken bile, alttan alta derin bir acıyı ve hüznü yaşadığını ve dinleyene de yaşattığını mutlaka hissetmişlerdir. Şüphesiz bu hüzün, bize en çok yakışan hüzün olsa gerek…
VEDA TÜRKÜSÜ
Son bir yıl içinde, yakalandığı amansız hastalığın kendisini yavaş yavaş yolun sonuna yaklaştırdığını hissediyordu. “Daha havalandıracağım şiirlerim, çalıp söyleyeceğim türkülerim, insanlara anlatacağım kendimce doğrularım var, inşallah onları söylemeden beni çağırmaz” diyordu. Repertuarını birlikte belirlediğimiz, çeşitli yörelere ait kendisinin çok sevdiği anonim türkülerden oluşan “Ölümsüz Havalar” adlı son bir albüm çıkarmak istiyordu. Eksik bulduğu veya söz ya da müzik yönünden kendisini tatmin etmediğini düşündüğü bazı eski eserlerinin kimini sözleri, kimini ezgisi yönünden ‘tamir etmek’ arzusundaydı. Bu düşünceyle yaptığı bir değişiklik konusundaki fikrimi öğrenmek için, vefatından dört beş ay kadar önce bir gece telefonla beni arayarak iki üç kez türküyü canlı çalıp okudu. Bu eser, yıllar önce plağa okuduğu, müziği kendisine, sözleri Aşık Veysel’e ait “Mecnun Gibi Dolaşıyom Çöllerde” adlı türküydü. “Asıl ölümsüz olan havadır, ezgidir; kendi havama kendi yazdığım son şiirimi döşedim” diyerek dinlettiği bu yeni ve son türküsünün sözleri, ‘Veda’ adıyla yazdığı son şiiri idi. Türkünün yeni hali gerçekten daha bir güzel olmuş ve “Bir şeye benzeyip benzememek” şöyle dursun, söz ve müzik öylesine kaynaşmış ve öylesine kucaklaşmıştı ki, sanki bu beste, yıllardır bu güfteyi bekliyordu ve işte hasret bitmiş, büyük buluşma gerçekleşmişti.
Bu mealdeki samimi düşüncelerimi uzun uzun anlattım. Bana defalarca “Bunları hatır için söylemiyorsun değil mi Bayram gardaş” deyişini hiç unutmuyorum. Üstadın bu alandaki yeteneğini takdir mevkiinde olmamakla birlikte, ısrarı karşısında kendisine söylediğim samimi sözlerimin onu nasıl sevindirdiğini ve heyecanlandırdığını dün gibi hatırlıyorum.
GİTMEYE HAZIRDI
Amansız hastalığının ilerlediği günlerdeki görüşmelerimizde, hatta telefon konuşmalarımızda bile, vasiyet anlamına gelen sözler söylüyordu. Ne kadar belli etmemeye çalışsam da üzüldüğümü fark ediyor ve beni teselli için sık sık, “üzülme Bayram gardaş, O ne zaman çağırırsa gitmeye hazırım” diyordu. Aynı sözleri, son günlerini geçirdiği hastane odasında elini güçlükle elimin üstüne koyarak bir daha söyledi. Ama bu sefer gerçekten çağrıldığını ikimiz de biliyorduk. Bir gün sonra, 2012 yılının 25 Eylül’ünde sessizce Hakka yürüdü. Nur içinde yatsın.
Neşet Usta’dan kalan sayısını kendisinin de bilmediği türkü, deyiş, bozlak, maya, samah, uzun hava ve oyun havası türündeki beş yüz civarında eser, halk müziği repertuvarımızın ve musiki külliyatımızın seçkin örnekleri olarak hem arşivlerde, hem gönüllerdeki yerini şimdiden aldı. Bu ölümsüz havaların, öncelikle Türk’ün, Türkü’nün ve Türkçe’nin, daha sonra da tüm insanlığın yüz akı birikimi olarak ebediyen yaşayacağına inanıyorum.