Medine’de bir muhacir: Ali Ulvi Kurucu

Medine’ye hicret türlü türlü. Hazreti Peygamber en sıkıntılı günlerde kapılarını sonuna kadar açan mübarek şehir hakkında şöyle buyuruyor:

“Medine kendileri için hayırlı bir vatandır eğer bilselerdi! Medine’den hoşlanmadan onu terk eden bir kimse olursa, şüphesiz Allah Medine’de ondan daha hayırlı olan birini bedel kılacaktır. Medine hayatının zorluklarına karşı sebat eden kimse için ben kıyamet gününde muhakkak bir şefaatçiyim veya şahidim.”

Nasip olup da ona varanların hikâyeleri içinden bir hikâye de Ali Ulvi Kurucu’nun. Çocukluğunda göçtüğü bu vatanla hemhal olacak, dizelerinde ona ve içindeki Sevgili Peygamber’e şöyle hitap edecek:

“Evlâd’ü ıyalden geçerek Ravzâna geldim/ Evsafını medh etmede Kur’an diye sevdim.”

Yıl 1930’lar. Dergâhların kapılarına kilit vurulan, Kur’an kurslarının önüne asker dikilen yıllar. Konya’da gizli kapılar ardında gerçekleşen sohbetlerden birinde Hacı Veyiszade Mustafa Efendi kendisinden keramet soran cemaate şöyle hitap ediyor:

“Oğlum, bugünün kerameti hizmettir. Her taraftan tehdit ve tazyik gören, mübarek, mukaddes dinin için yaptığın nedir? İman ve İslam şuurundan mahrum kalmış kitleye ne faydan dokundu? Bilhassa gaflet ve küfür içinde, inkârlar içinde büyüyüp yetişen; bir serseri, bir haydut olacağından korkulan gençliğe ne gösterdin? Ne yardım yaptın, ne öğrettin, ne kadar iman ve nur eriştirdin? İşte yapılacak iş bunlardır. Bugün keramet, hizmettir.”

Asıl keramet hizmet

Kerametin mucizelerde değil, hizmette aranan bir dönemin çocuklarından Ali Ulvi Kurucu, bu sözleri söyleyen zat-ı muhteremin yeğenidir. “Ailemin neslinden hafızlar kesilmesin” duasını dilinden düşürmeyen bir dedenin torunu, bu duayı haklamak için türlü sıkıntıyı göze alarak hicret eden bir babanın oğlu.

Tam çocukluk günlerinde değişen eğitim sisteminin ailesine verdiği sıkıntıları sonrasında şöyle anlatır:

“Dedem bir gün mektebin önünden geçerken, bizi kız-oğlan karışık, kadın-erkek muallimlerle voleybol oynuyorlarken görür. Fakiri çağırıp “programınız nedir?” dedi. Derslerini saydıktan sonra “Kur’an yok mu?” diye sordu. Olmadığını, yalnız dördüncü ve beşinci sınıflara Kur’an dersi olduğunu söyleyince, “pekâlâ” dedi. Nineme ‘Muhsine, bu çocuk pınarın başında susuzluktan ölecek, yazık yahu, ben neslimden, hafı z-ı Kur’an’lığın bu kadar çabuk kesileceğini tahmin etmezdim. Çok erken oldu, yahu Muhsine, sinesinde Kur’an olmayan bir insan kabirde gibi karanlıktadır. Kur’an nurdur, ışıktır, feyizdir. Kur’an’sız bir okul zulmettir, karanlıktır, bu karanlık mektep çocuğa ne verecek?’ diye ağlamış.”

Bunun sıkıntısını çeken yalnızca Hacı Veyis Efendi değildir. Çocuklarına medrese ilmi tahsil ettirmek isteyen İbrahim Efendi de başına açılan davalarla uğraşmakta, Arapça okuttuğu için sürekli soruşturma geçirmektedir. Bunlar, ailenin Medine’ye hicretini hazırlayan koşullardır.

İbrahim Efendi o günlerde maddi yönden gelişmemiş Suudi Arabistan’a gitmek isteğine dostlarının itirazlarıyla karşılaşır. Verdiği cevap, yaşadığı baskılardan bunalmış bir müminin dile gelişidir:

“Allah bana üç oğul verdi. Üçünü de okutmak şerefinden mahrum kaldım. Ben hayatta, mal mülk, servet devlet istemedim. Çoluk çocuğu okutayım, dedim. Çünkü bize pederimizden kalan miras, okutmadır. Hafız yaptım, ama âlim yapamadım. Kafiye’ye kadar getirdim, ama polis eliyle ve mahkeme kararıyla men edildim… Ben bu yola gideceğim, mani olmayın. Evet, elimdeki parayı bitirinceye kadar okutacağım. Param bittikten sonra da, Allah’ın izniyle, hacılara su satacağım, sakalık yapıp su satacağım, sırtımda tulumla hüccaca su taşıyacağım.”

Şehidlik hasretindeki Hasanül Benna

Bu babanın oğlu olarak 18 yaşında hicret yoluna düşen Ali Ulvi Kurucu’nun ömrü çocukluk ve ilk gençliğinde şahit olduklarının aksine, sonrasında ümmet içinde ümmet gayesiyle geçenlerden.

İnsanın aşacağı yolları, göze alacaklarının hududunu, sonrasında gayretin meyvelerini aşama aşama görmek için bir temsil.

Konya’da dizi dibine oturduğu hocaların ardından, El Ezher’de tanıdığı çehreler de pek az faniye nasip olacak cinsten. Biri tedrisatından geçtiği Hasanül Benna:

“Bu zatta, hiç kimsede görmediğim bir şehidlik arzusu, şehid olma aşkı vardı. Sanki şehadete doğru yürüyüp gidiyor gibiydi. Bu adam şehid olacak, dedirten bir hali vardı. İhvanın marşlarının, davalarının ana esaslarının sonuncusu, ‘Allah yolunda ölmek en büyük emelimiz’ prensibiydi.

Öyle ki, bu insanlara sorulsa: ‘Senin hayattan gayen nedir? Zengin mi olacaksın, emekli olup rahat mı etmek istiyorsun? Malın, mülkün, villan, sayfiyen mi olacak, yazlığın mı olacak? Cevabı, ‘Hayır benim gayem Allah yolunda hizmet, o yolda, insanı dine, Resullullah aşkına götüren o yolda şehid olmak, emellerimin zirve noktasıdır’ olacaktı. Ve bu fiilen de vuku buldu. Hasanül Benna vurularak şehid oldu.”

Bizi bu isimlerle buluşturan nedir? Bu tanıklıkları niye nazarı dikkate alırız? İnsan bu soruların cevabını Ali Ulvi Kurucu’nun kendi dilinden ilmek ilmek akan anılarını okuduğunda bulabilir.

Cumhuriyet yıllarının resmi tarihe geçmeyen boğuculuğu, bir medeniyetin çöküşüne tanıklık edenlerin acısı, bir umut görmek için göze alınan bedeller. Hepsi üstadın hayatının sayfalarında.

Mısır dönüşü, 1945’te, babasının kaybedince 6 yıl iaşelerini Hacca gelenlere mendil satarak sağlıyor. İbrahim Bey, sert geçen bir kışın ardından zatülcenp geçirip, Hakka kavuşmuş.

İmam-Hatip hayali

O sıralar Türkiye’yi uzaktan doğan Ali Ulvi Kurucu için, 1949’da dilinde müjdeyle gelen amcasının anlattıkları hayal gibi:

“Amcam 1949’da hacca gelince, on sene sonra ilk defa görüştüğümüzde, kendisini çok ümidli ve neşeli gördüm.

‘Talebeler yetişecek, bir nesil yetişecek, bir nesil geliyor. İmam-Hatipleri açacağız, talebeler yetiştireceğiz. Ah baban sağ olacaktı da talebe okutacaktı. O benden iyi bilirdi talebe okutmayı.’ diyordu.

Ben 1939’un kabuslu günlerinde Konya’yı bırakıp çıktığım için, o günleri biliyordum. Amcamın bu heyecanı bana fazla iyimser gibi geldi. Şöyle bir itirazda bulundum:

‘Amca, heyecanlanıyorsunuz. Emelleriniz var, ümitleriniz var. İmam-Hatip diyorsunuz. Fakat geleceği meçhul olan bir müesseseye hangi genç gider? Eline şehadetname verilmez. Verilse, verilen diploma işe yaramaz. İstikbali belirsiz, herhangi bir dinsiz iktidarın, bir işaretiyle kapanmaya mahkum olan bir mektebe, hangi baba evladını feda edebilir? O kötü zamanların sıkıntısını çekmediniz mi? biz ne için kaçıp muhacir olduk?”

Yıllar sonra İmam-Hatip’ten yetişen gençler kendisini Medine’de ziyaret ettiğinde de, Türkiye’ye gelişlerinde de duyduğu heyecanı gizleyemeyecek, “O kara günlerin yaşandığı bu memlekette, bugün üçbin beşyüz genç okumak istiyor. Benim, istikbali meçhul, bir solcu hükümet tarafından kapatılır diye korktuğum okulda, bugün ikibin altıyüz kayıtlı genç var. Bunu gözümle gördüm” diyecek idi.

Zincirlerden kurtulunca

Bize, camilerin cemaatsiz kaldığı günlerde dedesinin “Allahu Teâla zulm etmez. Kul, başına gelecekleri hak eder. Cenab-ı Hak, bir nefis kendisini değiştirmeden, onun halini değiştirmez. Ona ceza vermez. Çünkü Adil-i Mutlak’tır. Demek ki, yapılan bu inkılaplara, bu darbelere, bu millet müstahak olmuştur” sözlerini hatırlıyor.

1939 yılında geldiği İstanbul’da Fatih Sultan Mehmet’in türbesini zincirlenmiş bulan, sonrasında yaşadığı acıyı “Elverdi derin uykularından uyan artık! Türbendeki zincirleri, bin parça edip çık” dizelerine döken Kurucu’nun ömrü “Maalesef musibet dinimize geldi” diyerek kedere düşen babasının aksine, camilerde “Allahüekber” sedasını duymaya yetti.

M. Ertuğrul Düzdağ’a saatler boyunca anlattıkları, kitaplardan taşan, görenlerin nuruna şahitlik ettiği bu ömrü okuyan, bu imanlar sayesinde bu göğün yıkılmadığına şahitlik edebilir.

Benzer konular