İstanbul’u karış karış gezen, her bir köşesinin binlerce yıllık tarihini tanıyan, bu yüzyılın en büyük hocalarından Semavi Eyice dünyasını değiştirdi. Bizans tarihi üzerine dünya çapındaki sayılı uzmanlardan biri olan Eyice İstanbul’un kültürel mirasının korunması için de ömrünü vakfedenlerden biriydi. Arkasından öğrencisi Rabia Albayrak şöyle yazmış: “Bugün Sultan Fatih’in türbesine girip ‘Hocam sana emanet Sultanım, sen feth ettin O ihya etti. Şahid ol’ dedim.” Biz de, İstanbul’un taşı toprağı da bu gayrete şahittir.
Fatih’in ara sokaklarında gezerken, Akdeniz Caddesi’ni Vatan Caddesi’ne bağlayan bir alan, alanın dibinde bir park, parkın yanında bir mescit var: Mimar Sinan Mescidi. Her gün yüzlerce insanın yanından geçip gittiği bu küçük binayı Mimar Sinan Tezkiretü’l Bünyan isimli eserinde “Bu fakirin mescidi” diye anlatıyor. Bugün bu mescit varsa, o da bir insanın gayreti sayesinde: Semavi Eyice. Ona gelene kadar pek çok binanın İstanbul’u dönüştüren çarklar arasında ezilip gitmesine razı gelmeyen Eyice, yalnız yaşayan insanlara değil, göçüp giden insanlara da bir vefa vazifesi görmüş sayılmaz mı?
Kendisi bu gayretini şu sözlerle anlatıyor:
“Ben Anıtlar Kurulu’nda görev yaptığım süreçte Fatih ile Edirnekapı arasında yok edilmek üzere olan 4 eseri kurtardım ve korunmasını sağladım. Örneğin İstanbul’da 500’den fazla eseri olan Mimar Sinan kendi parasıyla, adını yaşatacak ufak bir cami yapmış. 1918’de Fatih yangınında yanmış. O dönemden sonra gecekondu yerleşmesi olmuş. Ev haline getirilmiş. Sonrasında bu alanın kurtarılması ve restore edilmesi için başvuru oluyor. Bizim bazı uzmanlarımız bu alanın restore edilmesine karşı çıkıyor. Bunun tartışılması bile çok acı. Ben bu durumla bizzat mücadele ettim. Konunun görüşüldüğü bir toplantıda ‘Mimar Sinan’ın mescidi yeniden restore edilip, insanlığa kazandırılmalıdır’ dedim. Orada bazı üyeler ‘Hayır efendim yapılmamalıdır!’ diye bas bas bağırdılar. ‘Pekâlâ, yapılır, Sinan’a biz bunu borçluyuz’ dedim. Bunun üzerine genel kurul üyesi bir profesör bana sert bir çıkış yaptı: ‘Sen mimar değilsin, Sinan da değilsin, binaenaleyh sen nasıl Sinan’ın eserini yaptırırsın’ dedi bana. ‘Bana bak’ dedim: ‘Burada kimin ne olduğunu ne olmadığını konuşmuyoruz. Eğer öyle konuşacaksak ben de başka türlü konuşurum. Sonra paşa paşa cami yapıldı, şimdi de namaz kılınıyor. Gidip görebilirsiniz. Fatih’ten Edirnekapı’ya giderken sol tarafta yamaç vardır ya, işte o yamaçta çok ilginç minareli bir mescid vardır. Mimar Sinan’ın kendi adına yapmış olduğu mescid budur işte. Uzun uğraşlar sonunda o yapıyı kurtardık. Bugün bile gidip görebilirsiniz.”
Amasralı Eyiceoğulları ailesine mensup deniz subayı Mehmet Kamil Bey ile Hatice Hanım’ın oğlu olarak dünyaya gelen Semavi Eyice’nin tarihle hemhal olmuş hikâyesi memleketinden başlıyor. Doğduğu yerin enteresanlığına kendi de vurgu yapıyor:
“Orası da tarihi bakımdan enteresan bir yerdir. Şöyle ki Kuzey Anadolu’da, Türkiye’nin kuzeyinde, Cenova kolonisi olmuş olan bir limandır orası. Ve İstanbul’un fethinden sonra, ancak Fatih tarafından Cenovalılardan alınmıştır. Bugün hala daha surlarının üzerinde bir hayli Cenova armaları görülür. Ve onlara dair de benim, hatta yayınım da vardır.”
1922’de doğar ama nüfus kayıtlarının bulunduğu bina yandığı için kütüğe 1923 olarak yazılır. Babası onu Saint Louis İlkokulu’na verir ama yabancı misyonerlerin faaliyet gösterdiği okullar kapatılmaya başlanınca Galatasaray Lisesi’ne kaydolur. Lise yıllarından tarihe merakı şekillenmiş, Bizans üzerine çalışmak isteği ortaya çıkmıştır:
“Bu işe daha ben ortaokuldayken başlamıştım. Yani, arkeoloji ve sanat tarihi araştırmalarına ben ortaokulun 7’inci sınıfındayken başladım. İstanbul’u gezdim, resimler çektim, notlar aldım. Ondan sonra bütün Bizans binalarını bilirdim. Ve bu işin bir ilim olarak yapılması gerektiğini Türkiye’de ilk defa fark etmiş olan kişi bendim. Ve bu işin ben tahsilini yapmaya da, yani diplomalı bir Bizantinolog olarak yetişmeye de, azmetmiştim. Hatta babam biraz mırın kırın etti, “Ben senin Dış İşleri’nden yetişmeni, Siyasal Bilgiler’den yetişmeni tercih ederdim” dedi ama itiraz da etmedi.”
Bir bavulla savaş Almanya’sında
Liseyi bitirdiği sene, İkinci Dünya Savaşı’nın tüm şiddetiyle sürdüğü 1943 yılıdır. Beyazıt’ta kitap aldığı bir sahafta tanıştığı Bizantinist Alman Alfonse-Maria Schneider’in çağrısıyla Almanya’ya gitmeye karar verir. Fransızca ve İngilizce bilen ancak Almanca bilmeyen, üstelik savaşın ortasındaki bir ülkeye gitmek isteyen bir genç için zorlu bir yolculuk olacaktır. Bavuluna yiyecek doldurur, Sirkeci’den trene biner ve savaşın ortasındaki Avrupa’ya yola koyulur. Bu zor şartlara mukavemet etmek cesareti, sonrasında bütün hayatına yayılacak, çalışkanlığını, üretkenliğini de etkileyecektir. Vardığında bulduğu ülke yıkıntılar altındadır. Hatta sonrasında Berlin’de başından geçen ilginç bir anekdotu şu sözlerle anlatır:
“Öğrenci olduğuma dair belge almam gerekiyordu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın olduğu caddeye gidince binanın yerinde yerler estiğini gördüm. Bir Alman vatandaşına akıl danıştım, biraz ilerdeki posta kutusunu gösterip ‘Dilekçeni yaz buraya at’ dedi. Attım. Az bir zaman geçti, istediğim belge postayla geldi.”
Sıkıntılı fakat bir o kadar bereketli Almanya yıllarından sonra İstanbul’a döner. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırır. “İstanbul Minareleri” tez konusuyla mezun olur. Profesör Arif Müfid Mansel’in davetiyle doktora tezini Bizans Eserleri üzerine çalışmaya başlar. Doktora tezini “Side’nin Bizans Dönemine Ait Yapıları” teziyle tamamlar, doçentliğini “İstanbul’da Son Devir Bizans Mimarisi, Paleologoslar Devri Mimarisi” eseriyle alır. Bu kitabı Fransız Hükümeti tarafından verilen Legion d’Honneur Nişanı’na layık bulunur.
1954 yılında Kamran Yalgın’la evlenir, askerliğini yaptıktan sonra 1956 yılında Doçent olarak İstanbul Üniversitesi’ne Sanat Tarihi Bölümü’nde Bizans dersi vermek üzere girer.
Humboldt bursunu kazanarak 1958’de eşiyle birlikte Münih Üniversitesi’ne gider, İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ndeki görevine 1959’da dönerek Bizans tarihi dersleri vermeye başlar. “İlk Osmanlı Devrinin Dini-İçtimai Bir Müessesesi: Zaviyeler” teziyle 1964’te profesör unvanını alır, Edebiyat Fakültesi’nde kurulan Bizans kürsüsünde görev yapar.
Ömrü arkeolojik kazılarda, Balkan ülkelerindeki Türk eserlerinin araştırılmasında, konferanslarda, dünyanın çeşitli ülkelerindeki derslerde geçen Eyice’nin İstanbul sevgisi, bütün bu faaliyetlerinin yanında yürüyecektir.
İstanbul’u tanır mısınız?
Anıtlar Kurulu’nda 1958-1997 yılları arasında 38 yıl görev yapan Eyice, buradaki vazifesi sayesinde birçok eserin kurtulmasına önayak olur. O günleri sonrasında şöyle anlatacaktır:
“İstanbul baş çalışma yerlerimden biri oldu. Bunun dışında kaybolmaya yüz tutmuş bazı eserleri yaşatmaya çalıştım. Bilmiyorum İstanbul’u tanır mısınız, bilir misiniz, İstanbul’da yangında harap olmuş bazı camileri istimlâk ettiler, ortadan kaldırdılar, yıktılar. Bunlardan bazılarını ben son anda kurtararak yaptırmaya çalıştım. Bazılarını da yapmamak için inat ettiler tabi. Kavga ettiler benimle hatta. Fatih Camii’nin hemen Edirnekapı tarafındaki avlusunun dışında hâlâ kullanılmakta olan, oldukça da büyük Hâfız Ahmed Paşa Camii vardır. O da aynı şekilde yangında harap olmuştu. Dört duvar halinde duruyordu. Bir gün baktık Kurul’a bir dilekçe geldi. ‘Lütfen kararı bir an önce çıkartın da işe başlayalım’ diye. Sakarya Valiliği’ymiş gönderen de. Problemi de şu: İstanbul Belediyesi, o camiyi Sakarya Valiliği’ne satmış. Onlar da orada öğrenci yurdu yapacaklarmış. İnşaata başlamaları için de kurulun izin vermesi lazım tabi. Bunun üzerine ben de kurulda ‘Beyler’ dedim, ‘Evet cami belki harap ama orada duruyor. O yıkılır da yerine yurt yapılır mı!” Hâfız Ahmed Paşa Camii’nin, medresesi, sebili, türbesi de duruyordu. Bunun üzerine Vakıflar’a yazı yazıldı falan derken şimdi içinde namaz kılınıyor, gidip görebilirsiniz. Fatih Camii’nin hemen arkasında, Edirnekapı tarafında Fatih Camii’ne nazaran daha ufak tabi ikinci bir camidir. Bundan başka Balat’ın üstünde, Yavuz Selim’in nişancısı olmuş ve sonra idam edilmiş olan, aynı zamanda şair de olan Tâcizâde Cafer Çelebi’nin kendi vakfı olarak yaptırdığı cami vardır. O da gecekondu mahallesi içindeydi. İçinde beş tane kadar gecekondu vardı. Onu da Vakıflar Müdürü’ne defalarca söyledim. Anlayışlı bir adamdı Allah rahmet eylesin. Epey alaka da gösterdi. ‘Gecekonduları çıkaramıyoruz içinden’ deyince ‘Çıkartmalısınız’ dedim. Caminin içinde bir mahalle teşekkül etmişti. İçinde helaları var falan, hepsi caminin içinde oluyor bunların. Tabi gerekli işlemler yapıldı ve şu anda Tâcizâde Camii mamur bir durumda ve kullanılıyor. Millî izzet-i nefs bakımından bir kere çok çirkin bir manzara. Patrikhanenin hemen ense kökünde bu cami. Bakan kişi önde patrikhane, arkada da yıkık minaresiyle Tâcizâde Cafer Çelebi Camii’ni görüyordu. Yani böyle birtakım hayrâta da vesilem oldu.”
Rusya’dan gelen kitaplar
Yıllarını kitap toplayarak geçirir, kütüphanesi dillere destan olur. Dünyanın Bizans tarihi bakımından en geniş kütüphanelerinden biri onundur. Yıllarca izini sürerek çeşitli dillerden bulduğu kitapları toplar, geniş bir hazine meydana getirir:
“Oldukça zengince sayılabilecek, yani aşağı-yukarı 45 bin-50 bin ciltlik bir kütüphanem vardı. Fakat onu da sattım. Bizans hakkında, İstanbul hakkında, zor bulunabilir birçok kitabı elde etmiştim. Aramıştım, almıştım, muhakkak alırdım. Almanca, Fransızca, İngilizce, şey, İtalyanca, hatta Rusça kitaplar vardı. Rusça okumuyorum ama mesela Kiev’deki Sofiski Sobor Kilisesi’nin kocaman bir tane Rusça monografisi vardır. Ben derste anlattığıma göre o binayı, o kitabı getirttim. O zaman da tabii Rusya’dan da direk bir şey gelmiyordu. Almanya kanalıyla o kitabı getirttim. Sonra, ne bileyim, Moskova’da olan bir tane Bizans minyatürlü el yazma var. Ondan sonra onu getirttim. Böylece oldukça zor bulunur bazı kitaplar dahi elimin altında mevcut idi.”
Bu kitap şimdi İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün Bizans Araştırmaları Bölümü ve Semavi Eyice Kitaplığı’nda.
“İstanbul Minareleri”, “Son Devir Bizans mimarisi”, “Galata ve Kulesi”, “Bizans Devrinde Boğaziçi”, “Eski İstanbul’dan Notlar”, “Tarih Boyunca İstanbul”, “Atatürk ve Pietro Canonica”, “Fotoğraflarla Fatih Anıtları” (M.Tunay-B.Tanman’la), “Istanbul Petit Guide”, “İstanbul: City of Domes”, “Karadağ ve Karaman Çevresinde Arkeolojik İncelemeler” adlı kitapları kaleme alan Eyice’nin 400’ü aşkın bilimsel makalesi vardı. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibiydi.
Hep ömrünü vakfettiği şehre, İstanbul’a içlenir, onun hallerine üzülür:
“İstanbul, kendine mahsus küçük evleri ile güzel bir şehirdi. Karakterini kaybetti, yok oldu. Bizim milletin tutumu da bellidir, 20 sene sonra o binalara bakım falan da olmayınca, çok daha çirkin duracak. O binalar ne olacak, nasıl bakılacak bilemiyorum. Biz hiçbir şeyi doğru dürüst koruyamıyoruz. Kanunlar bu anlamda yeterli olmadığı gibi halkımızda da bu bilinç yok.”
Bir Semavi Eyice bir daha gelmez ama onun elinden tuttuğu öğrencileri belki bu vazifeyi ifa eder, kim bilir?