İlber Ortaylı’nın yersiz korkuları

İlber Ortaylı denince aklımıza gelen onlarca sıfattan biri: Tarihi sevdiren adam. Gerçekten de ünlü tarihçi, yıllardan beri sunduğu ya da konuk olduğu programlarla, konferanslarıyla, gazete ve dergi yazılarıyla özellikle muhafazakâr kesimin teveccühünü kazandı. Topkapı Sarayı’nın müdürlüğünü yaptığı dönemde gündeme gelen birçok olay hakkında zekâsını konuşturan esprili yaklaşımlarıyla, Osmanlı’ya yönelik mesnetsiz eleştirilere prim vermemesiyle gönlümüzü kazandı.

İslamcı olmayan birinin Osmanlı tarihine bu kadar alaka göstermesi, dahası, klasik bir Cumhuriyet ailesinde yetişmiş görüntüsüne karşın tavırlarına sinen o “Osmâni” hava da Ortaylı’yı bizlere sevdiren nedenlerdendi.

Ortaylı empresyonist bir ressam

Bunlara karşın, son yıllarda Ortaylı’ya biçtiğimiz değeri düşüren manzaralarla sıkça karşılaşır olduk. Bu manzaraların en dikkat çekenlerinden biri, kendisinin ilmi alanda akademisyen titizliğini bırakıp bir hikâye anlatıcısına dönüşmesiydi. Öyle ki son 10 yılda çıkan İlber Ortaylı kitaplarının neredeyse tamamı söyleşilerden ya da çeşitli mecralardaki konuşmalarının deşifrelerinden oluşuyor. Tarih-lenk adlı ses getiren kitabında birçok ünlü isimle birlikte İlber Ortaylı eleştirisiyle de dikkat çeken Prof. Dr. Hakan Erdem bu durumu şöyle yorumlamıştı:

“İlber Ortaylı popüler üretimi çok olan bir tarihçi. Fakat bana öyle geliyor ki aklında ne kaldıysa onu yazıyor. Ondan sonra yeni bir yazım türü oluştu. Biri konuşuyor, birileri de bunu deşifre ederek kitap yapıyor. Oysa insan konuşurken yanlış yapabilir, hata yapabilir, karşısındaki yanlış anlayabilir. Ayrıca konuşma diliyle yazı dili, hele tarih dili çok farklıdır. Tarihle bilek güreşi olmaz. Ama İlber Ortaylı’nın söyleşilerden oluşan bu tür çok kitabı var. Sanıyorum, İlber Ortaylı artık kendini tarihin zanaatkârı olarak değil de sanatçısı olarak görüyor. Bir ressam gibi çalışmak istiyor. Ama empresyonist bir ressam… Yani hatların çok belli olmadığı, akılda kalanın resmedildiği tablolar yapan… Yani gerçeği değil, beyninizde uyanan imajı resmeden. Ama tarihe böyle yaklaşırsanız felaketler olabilir.”

Bu tarz eleştirilerin İlber Hoca’yı kızdırdığı muhakkak. Belki de bu sebepten, son yıllarda kendisini “cahil detektörü” olarak görüyoruz; sürekli fırça atan, küçümseyen, memnuniyetsiz halleriyle gündeme geliyor Ortaylı. Ve ne yazık ki bunu bir fırsata çevirmek isteyen, açıktan söyleyemediklerini Ortaylı’ya söyletmek isteyen herkes Hoca’nın kapısında kuyruk oldu.

Doğan Medya’nın can simidi

Özellikle seçim öncesi dönemde, Doğan Medya organları Ortaylı’nın kapısını sık sık çaldı ve Hoca’nın agresif yönünü kışkırtacak yönlendirmelerle işlerine yarayacak epey malzeme kopardı. Aşağıdaki sözler, Ortaylı’nın CNN Türk’te katıldığı bir programdan:

“Böyle bir amatörlük görmedim. Son 10 yıldır Türkiye’de dışişleri bakanı diye bir şey yok. Biz Türklerin Suriye’de tek problemi Halep Türkmenleri olmalıydı. Bütün Suriye’yi kurtarmak, Esad’ı devirmek bizi aşar. Ki aştı.”

Bu cümleler ise 1 Kasım seçimleri sonrası Hürriyet’e verdiği söyleşiden:

“Çoluk çocuğumuzu nasıl bir yere bırakıyoruz, onu bilemem. Umut nedir? Kim Almanya’nın o hale geleceğini düşünebilirdi 1933’te. 1938’de Avusturya’nın o hale dönüşebileceğini… Bu kadar sahtekâr, ikiyüzlü bir ülke olabileceğini…”

Ve bir konferans sonrası gelen soru üzerine söyledikleri:

“Reisicumhurla işim yok benim. Onun da benimle olmaması lazım. 150 tane müşaviri var, bir tanesi bir şey bilmiyor. Daha başka şeyler de söyleyebilirim size. Örneğin Cumhurbaşkanlığı ödülleri çok kötü dağıtılıyor. 3 kişi karar veriyor. Böyle bir şey olamaz. Bu mümkün değil. Niçin Gülru Necipoğlu’na vermiyorlar? Olur olmaz tiplere dağıtıyorlar.”

Hoca’nın uykuları kaçıyor

İlber Hoca’nın her ağzını açtığında hükümeti, dış politikayı, Cumhurbaşkanını, “Yeni Türkiye” söylemini adeta yerin dibine sokması, yalnızca bu eleştirilere çanak tutan medyanın marifeti değil elbette. Ortaylı’da genel bir sinirlilik hali var. Bu sinirlilik hali, kendi tahayyülündeki Türkiye ile gerçek Türkiye arasında gideren büyüyen bir fark oluşmasına neden oluyor. Türkiye’nin bugününü Nazi Almanya’sının hemen öncesindeki atmosferle kıyaslayacak kadar ileri giden Ortaylı, yeniliğe direnen, hatta yenilikten nefret eden bir görüntü çiziyor.

Hoca’nın bu tavrı, küçük yaştaki çocukların zihni olgunluğa erişinceye kadar yaşadığı “anne-babayı kaybetme korkusu”nu andırıyor biraz. Çocuklar için anne ve baba, hayatta karşılaşılan korku ve zorluklar karşısında güvenilecek tek limandır. Öyle görünüyor ki “Cumhuriyet Türkiyesi” idealine sıkıca sarılan, kendisi gibi bir tarihçiyi yetiştiren yapıyı baba gibi gören Ortaylı, tarihin olağan seyri içinde gerçekleşen her olayı bir “tehlike” olarak görüp “babasına” sarılmaya çalışıyor.

“Yeni Türkiye sözünü duyunca uykularım kaçıyor, çileden çıkıyorum” diyor İlber Hoca bir röportajında. Umarız bu yersiz korkuları Ortaylı’nın zihnini daha fazla meşgul etmez ve biz de eskiden tanıdığımız o “tarihi sevdiren adam”a tekrar kavuşuruz.

Benzer konular