Hayallerin ötesinde bir ömür

Yıllardır masamın üzerinde bir kedi resmi var. Ne zaman yazının başına otursam, onunla göz göze geliriz. Bu sefer göz göze gelişimizde, bana öyle geldi ki, ikimizi zor bir sınav bekliyor. Kedi resmini çizen, Saliha’nın babası, Ahmet Şişman’ı yazacağım.

O yalnız benim için değil, adını yaşatan okullarda okuyan, onun girişimiyle kurulan vakıflardan burs alan, İz yayıncılığın kitaplarıyla büyüyen nesiller için de tanımayıp duya duya yakınlık kesp ettiğiniz insanlardan. Mesela bir arkadaşım Ahmet Şişman deyince üniversiteye ilk gittiği gün yediği yemeği anımsıyor. Türkiye’nin dört bir yanından kaç çocuğa okula gelir gelmez Ensar Vakfı böyle teselli olmuştur acaba?

Okullar açacağım

İlk önce Saliha (müsaadenizle, ona ilk ismiyle hitap edeceğim) anlatsın:

“Geçen gün babamın bir ajandasında gördüm. Oradan alıntı yapmak istiyorum. Önce sahneyi tarif edeyim. Doktorlar ne tür bir tedavi yöntemi izleyeceklerini tartışadursunlar, biz hastanede ikamet ediyoruz. Babama bir açık kalp ameliyatını daha kaldıramaz diye stent takıyorlar. Ve sonra uzun bir süre daha Siyami Ersek’in penceresinden kış manzarası seyrediyoruz. Orada defterine ne yazmış?

‘Okullar, okullar, okullar açacağım.

Kitaplar, kitaplar, kitaplar basacağım.

Yurtlar, yurtlar yurtlar açacağım.

Şimdi hastanenin penceresinden görülen Haydarpaşa ve İstanbul manzarasını seyretmeliyim. Buradan her şey güzel görünüyor.’

İnsanı bir ümit yaşatır, o ümidin hayali… Onu hayalinde ne denli diri canlandırabilirsen hakikatte de o denli diri kılabilirsin. Belki de bunları yazdıktan sonra ömrünü uzatan bu umut, bu ruh olmuştur. Kafaya konulan her şey yapılabilirdir, babam okullar açtı, kitaplar bastı, yurtlar açtı. Ahiret ömrü de katbekat bereketli olsun inşallah.”

Ahmet Şişman’a imrenmeliyiz. Hayal etti (hepimiz ediyoruz) ve başardı (pek azımız başarabildik). Saliha “Babacığım bir vakıf insanıydı. Hem kurucu hem yönetici olarak pek çok vakıf müessesesinde çalıştı. İsimlerini say deseniz bendeniz sayamam” diyor. Bendeniz de sayamam, o yüzden kuru bir özgeçmişi ‘portrenin gereğidir’ diye özet geçeyim:

“1952’de Gerede’de doğdu. 1971’de İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. 1971-1975 yılları arasında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü tamamladı. 1975’te çıkan Düşünce Yayınları’nın ve Düşünce Dergisi’nin kurucusu. 1976’da yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirdi. İstanbul Yüksek Enstitüsü Derneği Başkanı’ydı. 1977’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. 1979-1984’de Almanya’nın Gelsenkirchen şehrine kadrolu öğretmen olarak gitti, aynı yıllar arasında ilk seçimli yabancı temsilcisi oldu. 1984’de yurda döndü, ticaret yapmaya başladı. 1984’te İnsan Yayınları’nı, 1990’da İz Yayıncılığı kurdu. 1990’da İz Yayıncılık bünyesinde Yeni Şafak Gazetesi’nin sahibi oldu. 1990-2011 arasında Ensar Vakfı’nın, 1997-2000 arasında da Türkiye Gönüllü Teşekküllüler Vakfı’nın (TGTV) Genel başkanlığı yaptı. 1998 yılında 28 Şubat’a karşı yapılan ilk sivil toplantı olan demokrasi kurultayını büyük bir kitleye ulaşarak gerçekleştirdi. Değerler Eğitimi Merkezi’nin kurucusu. 2005’te İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Birliği’nin temellerini attı. 2009 yılında TC Vakıflar Genel Müdürlüğü meclisine 1. sıradan aday gösterilerek seçildi. Önder ve İHH İstişare Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yayınlanmış eserleri: Kur’an da Zulüm Kavramı, Öfkenin Sonbaharı, Hasaneyn Heykel’den tercümesi. MTTB Dergisi, Düşünce Dergisi, Tohum Dergisi, İzlenim Dergisi, Dem Dergisi’nde çeşitli yazıları yayımlandı.”

Öyle bir gazete olmalı ki…

Özeti bile baş döndüren bu hayatın dokunduğu isimlerden biri, Mustafa Armağan:

“Merhum Ahmet Şişman’la İnsan Yayınları döneminde tanışma imkânım oldu. 1983-84 yılları olmalı. 88’in sonlarında ise patronum olacaktı. İnsan Yayınları’nda çalışmaya başladığımda beni işe alan ve ilk kitabım olan Fritjof Capra’dan yaptığım Dönüm Noktası adlı çevirimin basılmasına çok ihtiyacım olan avansı vererek teşvik eden de o oldu. Bu iyiliğini ömrüm oldukça unutmayacağım. Ahmet Şişman hakikaten orijinal düşünceleri olan ve bunu icraya da dökebilen bir pratik zekâya sahipti. Cağaloğlu’nda orijinal şeyler düşünen çok olur da icraata dökemez. O, dünyamızı besleyen projeler hususunda ‘Gerekliyse tereddütsüz yayınlayın’ diye destek vermiştir. Değerliyse satacakmış satmayacakmış düşünmez, anında basımına karar verirdi. Ahmet abi intikal kabiliyeti hızlı bir insandı. Bir şey söylenince bir adım sonrasını düşünürdü ki, yöneticilikte çok büyük bir avantajdır. Ayrıca espritüeldi. Sakin sakin konuşurken insanı yerinden hoplatacak espriler yapardı. Bu yüzden kendisiyle çalışmayı seviyorduk. Bizim kurumlar oluşturma geleneğimiz zayıftır. Şahıs ayrıldıktan veya öldükten sonra çoğu şirket ve vakıf dağılır veya battallaşır. Ancak Ahmet abi hep kalıcı kurumlaşmalara imza atarak bu noktada bir istisna teşkil etti. İnsan Yayınları’nı kurdu, ayrılıp İz Yayıncılığı kurdu. Bir dönem benim çıkardığım İzlenim dergisi devam etmedi ama aynı ekiple Yeni Şafak gazetesini gerçek anlamda kurmuş oldu..”

Yusuf Ziya Cömert onun için, “Bir karlı dağdı” demiş: “İş yapmasını bilen bir adamdı Ahmet Abi. Fikir üreten bir adamdı. Eli bereketliydi. Diktiği ağaçların hepsi bol bol meyveler verdi. Hepimiz ona medyun-u şükranız.”

Cağaloğlu’na adım atması Almanya’dan döndüğü günlere denk geliyor. O zamanlara tanıklık eden Erhan Erken sonrasında uzun bir yol yürüyeceği arkadaşı için seçtiği sıfat “değişik”. Niye? Çünkü her seferinde başka bir iş, başka bir hayal, başka bir bakış açısı ortaya koyuyor. Bu özelliğini kendi şöyle özetliyor:

“Biz niye aylık dergi çıkarıyoruz? Haftalık dergi çıkaramadığımız için. Niye haftalık dergi çıkarıyoruz? Günlük gazete çıkaramadığımız için. Günlük gazete çıkarıyorsak, niye çıkarıyoruz? Televizyonumuz olmadığı için.”

Televizyon hariç bu dediklerinin hepsini yapmış. Ömrü vefa etseydi, bir televizyona ön ayak olur muydu? Bu artık muamma.

“Biz öyle bir gazete çıkarmalıyız ki burada Müslümanların bütün birikimi yer almalı” dediği hayaline komşuyuz. “Zapt edilemez bir müteşebbis” diyorlar ardından, gazete hayalini Erhan Erken’in dilinden nakletmeden geçmeyelim:

“İzlenim dergisinin ilk sayısı için Hüsrev (Şeref) abi ile baskı yerlerini aradık, beraber koşturduk ve sonunda ilk ürün çıktı. Yönetiminde yer almasam da İzlenim benim de bir çocuğum gibiydi. Ahmet ağabeyin bir dönem gazete için hayal ettiği mozaik kısmen oluşmuştu. İzlenim, önceleri aylık, daha sonra bir dönem haftalık ve devamında yine aylık olarak 1997 yılına kadar devam etti.

Matbaayı ayırdıktan bir müddet sonra ben kısa dönem askere gittim. Tam askerdeyken 5 Nisan gelişmesi yaşandı ve Türkiye’de iktisadi bir deprem oldu. Rahmetli Ahmet Şişman’ın aile şirketi bu depremde çok ciddi etkilendi, tabii matbaa ve yayınevinin de dengesi bozuldu. Ahmet Şişman bu süreçte Persan ailesini yayınevine ortak aldı. Daha sonra Yeni Şafak gazetesini yine onlarla çıkarmaya başladı. En sıkıntılı zamanında bile kültür ve hizmet hayatına ait çalışmalarına devam etti. Gazete ile bir dönem ilgilendi ama bir kere işin sihri kaçmıştı. Fakat tüm bu problemli durumlar bile Yeni Şafak gazetesinin onun hayalleri doğrultusunda yayınlanmasına engel olamadı. Yeni Şafak, daha sonra Albayrak ailesine geçti, İz Yayınları ise Persan ailesi kontrolünde başlangıç ilkeleri çerçevesinde bugüne kadar devam etti ve ediyor.”

Sakin ama cesurdu

Onun hayatının izini sürerken, herkesin şikâyetle andığı günleri nasıl metanetle geçtiğini de anlıyor insan. Ekonomik darboğazlar, siyasi baskılar, imkânsızlıklar. Herkesin hayatına şerh düşen 28 Şubat günleri. İbrahim Solmaz Ahmet Şişman’ın başka bir kimliğine, Ensar Vakfı Başkanı olduğu zamanlara ışık tutuyor:

“Özellikle 28 Şubat döneminde birlikte olduk. Hem başörtüsü hem İmam Hatip meselesinde hep yanımızdaydı. Birçok kişi o zaman geri dururken o korku nedir bilmezdi. Çok yumuşak bir ses tonu olmasına rağmen, çok kararlıydı. Tek kişilik orduydu. Ensar Vakfı’nda sanki hiç kimse yoktu, tek başına götürüyordu bütün işleri. 28 Şubat günlerinde her hafta Pazar günü Eyüp’te sabah namazıyla beraber gösteri yapıyorduk. 10 bine yakın insan, 5 bine yakın polis geliyordu. Emniyet Müdürü bizi çağırdı. Gitmeden ‘Ne diyelim?’ dedim. ‘Sakın alttan alma’ dedi. Gittiğimizde alttan almadık. Müdürler önce bir ayağa kalktı, sonra hak verdiler. Biz hakkı savunuyorduk, çocuklarımız Kur’an öğrensin, dinini bilsin istiyorduk. Bizim yanımızda kararlılıkla durdu. Sultanahmet mitingini yaparken bazı isimler imzalarını tertip heyetinden çekmesine rağmen, beni tam yetkili kılarak tertip komitesinde yer aldı.

Beni burada adeta tutuklayacaklardı, bizimle beraber geldi Ankara’ya. Ankara çok karışmasına rağmen bir itfaiye aracına çıktı. Çok tarihi bir konuşma yaptı. Adeta devleti yeniden yapılandıran bir konuşmaydı o. ‘Bu ülke bizim’ diyordu, ‘bu ülke bizim’. Çok cesurdu.”

“Gençken babamın en çok kitaplarından istifade ettim, şimdi hayallerine imreniyorum” diyen Saliha, bu cesareti babasının İmam Hatipli olmasına bağlıyor:

“İmam hatiplilerin kendine has bir öz güveni vardır. Bu sanki onlara zerk edilen bir şuur. Belki bu babamların kuşağında daha da ön plandaydı, belki o zamanın genel atmosferine sirayet eden bariz bir hasletti. Duruşları, tavırları oldu, cesur davrandılar, hizmet için her türlü olanağın sınırlarını zorladılar. Herhalde o zamanlar az imkân, çok gayretin hareket ettirici gücüydü… Rahmetli babam nezdinde söylüyorum, belki bütün bir kuşağa hasredilebilecek bu özellikleri.”

Can evde teslim edilmez

Vefatından sonra ailecek verdikleri röportajda “Dünyada bir kalem, bir tesbih, bir saat bıraktı” diyorlar. Saliha şimdi onlara bir de hayallerini ekliyor:

“Bereketli bir hizmet hayatının yanında, projeler üreten ve bunları ‘müteşebbis bir ruh’la hayata geçiren bir dirilikte yaşadı babam. Şöyle düşünüyorum bir proje yapmak zenginlikse onu gerçekleştirecek enerjiyi tatbik etmek gayret ve cesarettir. Binaenaleyh her teşebbüs azimli cesur bir yürek ister. Bazen bendenize mübalağalı gelen projelere babamın nasıl inandığına şaşırırdım, tabii bir de onları yaptığı zaman şaşkınlığım iki katına çıkardı. İnanılmazın arkasından kim gider ki… Babam, insan bir şeyi çok istendiğinde Allah Teâla’nın ona bu nimeti ihsan edeceğini haliyle gösteren bir insandı, en azından bendenizin gözünde… Ne istediğini, neye inandığını bilen biri… Birkaç örnek vermem gerekebilir. Vakıf faaliyetlerini bir yana koyarsak şöyle bir iki projesini sıralıyım: Tillo’dan Timbuktu’ya medreseler belgeseli, Zümrüdüanka animasyonu, 1 milyon kişiye iftar ve Kur’an ziyafeti… Bunlar son demlerinde istedikleriydi. Babamın gözü pekliği ticaret hayatında da mevcuttu. Bir fuarda tanıştığı adamla Rusya’da fabrika açabilir. Sonra bir vakit bütün makinaları trene yükleyerek Bulgaristan’a götürüp falanca devlet teşvikinden istifadeyle işleri nasıl yoluna koyacağını hemencecik kafasına koyabilirdi. Sanki bunlar şairin dediği gibi ‘peynir ekmek yemek kolaylığında’ şeylermiş gibi…”

Bu anlatmaya kifayetsiz olduğum ömür bir Berat kandili gecesi sırlandı. Kalp ve şeker rahatsızlıklarına rağmen Ankara’ya doğru yola çıkmış, görüşmelerini, toplantılarını ertelemek istememişti. Yolda onu arayan eşi Fatma Hanım telefonun öbür ucunda onu eve, dinlenmeye davet ederken o yol arkadaşı Mahmut Zengin’e “Hanım benim dinlenmemi, evde oturmamı istiyor… İnsan elbet bir yerde ölecek. Ben bu canı teslim edeceğim ama bu, evde oturarak olmamalı” diyecekti:

“Ankara’ya gidiş ve dönüşte Ahmet bey, çocukluğunu, eğitimini, anne babasını, ailesini, yaşadıklarını, hatıralarını, hayallerini ve daha birçok konuyu bir film şeridi gibi anlatmıştı. Vefatından birkaç gün sonra o anları hatırlayınca şöyle bir hissiyat oluşuyor bende: Son yolculuğunda aslında hayatının özetini yapmıştı bize. Ve çıkacağı diğer yolculuğa dair anekdotlar da vardı bu 24 saat içinde. ‘Annem babam Edirnekapı’da. Ben de Edirnekapı’dan bir daire satın aldım. Ben de oraya taşınacağım’ diyordu. Yol yorgunluğu ile ilk başta anlamamıştık ama meğer anne babasının medfun olduğu yerde kendi mezar yerini hazırladığını anlatıyormuş.”

Cenazesine binler katıldı. Tabutuna yetiştirdiği çocuklar da, devletin en üst kademesindeki isimler de omuz verdi. Saliha, “Dilerim ki hizmetlerinin her noktası kıyamete dek sadaka-i cariye olarak devam etsin” diyor. Bize âmin demek düşsün.

Benzer konular