Hakikatin peşinde koşan bir dava adamı: Mevdudi

Mevdudi için yazar, hareket adamı, âlim, gazeteci, siyasetçi gibi sıfatlardan birini kullanırsak bütünü yansıtmış olmayız. Belki daha üst bir sıfatı tercih etmek, onu tanımlamada kolaylık sağlar bize: “Dava adamı.” O, cesur bir adamdı. Düşündüklerini, öğrendiklerini kişi ve kurumlardan korkmaksızın dile getiren, hakikatin peşinden koşan bir savaşçıydı.

Yirminci yüzyıl, Müslümanlar açısından son derece önemlidir. Devletlerinin yıkıldığı, topraklarının işgal edildiği, zenginliklerinin talan edildiği, kültürlerinin tezyif ve tahkir edildiği bir zaman dilimidir bu yüzyıl. Her şeyin herc ü merc olduğu bu zamanda İslâm Âlemi’ne, Müslümanlara nefes aldıracak önemli isimler çıkmıştır ortaya. Bu arayış içinde olanlardan biri de, Mevlana Seyyid Ebu’l-A’lâ el-Mevdudi’dir. 25 Eylül 1903’te Dekken’de doğan Mevdudi, yine bir Eylül günü vefat etti (22 Eylül 1979). Mezarı, Lahor’daki evinin bahçesindedir.
Onun için hangi sıfatı kullanalım? Bu soruya tek bir cevap vermek oldukça zordur. Yazar, hareket adamı, âlim, gazeteci, siyasetçi vb. sıfatlardan birini cevap olarak verdiğimizde bütünü yansıtmış olmayız. Belki daha üst bir sıfatı tercih etmek, onu tanımlamada kolaylık sağlar bize: “Dava adamı”. Yaptığı her iş, ürettiği her eser, gezdiği her ülke, gerçekleştirdiği her konuşma, tek bir şeyi hedefliyordu: “İslâm’ın izzet ve onurunu yeniden ayağa kaldırmak, İslâm’ı hâkim kılmak.”

YAZMAYA ON BEŞ YAŞINDA BAŞLADI

O, bir yazardı. Daha ilk gençlik yıllarında yayın dünyasının içinde bulmuştu kendisini. 1918 yılında, 15 yaşındayken Urduca bir gazetede yazıyordu. Bu yazma işi, hayatının vazgeçilmelerinden biri olacaktı ileriki yıllarda. 22 Eylül 1979’daki ölümüne kadar, düşündüklerini, hissettiklerini, gördüklerini durmadan yazdı. Yazdıklarına bakıldığında girmediği bir alan, ele almadığı bir konu neredeyse yoktur. İslâm’ın hayata dönük yüzünü, gündeme taşımak, Müslümanlara bir heyecan, bir ruh verebilmek için tarihten iktisada, fıkıhtan tefsire, siyasetten düşünceye kadar birçok alanda eser vermiştir. Yirmili yaşlarda iken yazılmış olmasına rağmen, en önemli ve en değerli çalışmalarından biri olma özelliğini hala taşıyan el-Cihâd fi’l-İslâm’ı örnek olarak zikredelim. Bu eser, İslâm Hukuku’nun savaş ve barışa yaklaşımını anlatan şaheser bir kitaptır.
O, bir hatipti, iyi bir konuşmacıydı. Düşünce ve fikirlerini sadece yazarak değil, konuşarak da dile getiriyordu. Bazen meydanlarda, salonlarda, camilerde konuşuyor, bazen de radyodan sesleniyordu. Söyleyeceği şey o kadar çoktu ki! Vakit yetmiyordu bunun için. Kadın erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı demeden, kendini dinleyecek birini buldu mu, derdini davasını anlatmaya koyulurdu. Bu konuşmalarından bazıları sonradan kitaplaştırılmıştır.

DÜŞÜNDÜKLERİNİ KORKMADAN SÖYLERDİ

O, bir teşkilatçıydı. Bu yönü, Hindistan’daki İngiliz yönetimine muhalefet hareketi olan ve bu ülke Müslümanlarının kitleler halinde Afganistan’a hicret etmesini isteyen Tahrîk-i Hicret (Hindistan Hicret Hareketi) ile başladı. Çeşitli teşkilatlarla birlikte olduktan sonra yetmiş beş âlim ve aydınla birlikte 25 Ağustos 1941’de Lahor’da Cemâat-i İslâmî teşkilâtını kurdu, başkanlığına da kendisi seçildi. Sağlık nedenlerinden dolayı bu görevden ayrıldığı 1972 yılına kadar başkanlığı sürdürdü.
O, cesur bir adamdı. Düşündüklerini, öğrendiklerini kişi ve kurumlardan korkmaksızın dile getirirdi. Hakikatin peşinden koşan bir savaşçıydı. İslâm tarihinin nazik ve kırılgan dönemleriyle ilgili yazdıkları, büyük tepki çekmişti. Türkçe’ye Hilafet ve Saltanat adıyla tercüme edilen Hilâfet aôr Mülûkiyyet, sahabe arasında cereyan eden olayları, yerleşik anlayışın dışında ele alması sebebiyle hem kitap hem kendisi yoğun tenkide muhatap olmuştur. 1953’te kaleme aldığı Kâdiyânî Mesele (Kadıyanîlik Nedir?, Türkçe çeviri, 1975), mahkeme tarafından ölüm cezasıyla çarptırılmasına yol açtı. Kendisi de, ailesi de af dileme teklifini reddetti. Geriye şu söz kaldı ondan: “Eğer benim ölüm vaktim gelmişse, hiç kimse beni bundan kurtaramaz. Yok, eğer gelmediyse; ne yaparlarsa yapsınlar, beni darağacına gönderemezler.” Hayatına baktığımızda, söz konusu cesaretinin, daha doğrusu cesaretinin bedelini ödediğinin işareti olabilecek şu gerçek karşımıza çıkar: Mevdudi, 1948 ve 1967 yılları arasında toplam olarak dört yıl, sekiz ay hapsedilmiştir: 4 Ekim 1948-28 Mayıs 1950, 28 Mart 1953-25 Mayıs 1955, 5 Ocak 1964-10 Kasım 1964, 29 Ocak 1967-16 Mart 1967.

SEYYİD KUTUB’U ETKİLEDİ

O, bir mütefekkirdi. Yazdığı kitaplar, ortaya koyduğu düşünceler onu, Çağdaş İslâm Düşüncesi içinde farklı bir yere koymaktadır. Geçmişin ağırlığı ve hantallığı ile modernizmin baskısı altında sıkışıp kalan Müslümanlara orta bir yol göstermeye gayret etmiştir. Yaşadığı bölgede, Hindistan ve Pakistan, baskın ve etkin olan din anlayışının dışına çıkma cesareti göstermiş, bazen mezhep konusunda oldukça rahat davranmıştır. İslâm’ın hem itikâdî hem de amelî konularında kendine özgü yaklaşımlar sergilemiştir. Kur’an-ı Kerim’de dört temel kavramı ele alan ve Türkçe’ye Kur’an’a Göre Dört Terim (İstanbul 1987) ve Kur’an’ın Dört Temel Terimi (İstanbul 2000) adıyla çevrilen Kurân ki Çâr Bünyâdî Istılâhayn (Lahor 1941) adlı eseri, şehîd Seyyid Kutub’u derinden etkilemiştir. Seyyid Kutub’un Fî zilâli’l-Kur’ân adlı tefsiri ile Yoldaki İşaretler kitabında önemli bir yer tutan cahiliye kavramı, önemli ölçüde Mevdudi etkisi taşımaktadır.

İHYADAN YANA BİR MÜTEFEKKİR

O, bir ihyacıydı. Başta bahsettiğimiz yirminci yüzyıl buhranından çıkış için çeşitli öneriler ve kavramlar ileri sürülmüştür. Reform, devrim, ıslah ve ihya, bunlar arasındadır. O, tercihini ihyadan yana kullanmıştır. Reform ve devrimin, İslâm’ın özüne halel getireceği düşüncesini taşımıştır. Geleneğin ihyası düşüncesi, aynı zamanda geleneğin önemine işaret etmektedir. Geleneği olduğu gibi bugüne taşımayı da, geleneği yok saymayı da, bugünü anlamlandırmada, geleceği inşa etmede eksik, yanlış ve yetersiz görmüştür. Tecdîd ü İhyâ-i Dîn (Lahor 1940) (Türkçesi: İslâm’da İhya Hareketleri, Ankara 1967; İstanbul 1986) adlı kitabı, bu konudaki yaklaşım ve tutumunu net olarak göstermektedir.
O, bir seyyahtı. Ancak yaptığı seyahatler, turistik amaçlı olmamıştır. Mevdudi, düşüncelerini anlatmak, Müslümanlarla tanışmak, onlarla hemhal olmak amacıyla birçok İslâm ülkesini ziyaret etmiştir. Bunlar içinde, 3 Kasım 1959 tarihinde, yazmakta olduğu Tefhimü’l-Kur’an tefsiri için bilgi toplamak ve Kur’an’da adı geçen yerleri görmek üzere Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye ve Mısır’ı kapsayan üç aylık seyahati önemli bir yer tutmaktadır. Bu seyahat, Sefernâme-i Arzı’l-Ķur’ân adıyla kitap haline getirilmiştir (Lahore 1962).

DERDİ ÜMMETTİ

O, bir mücadele adamıydı. Mevlana Mevdudi, Hindistan’dayken hem sömürgeci İngilizlere hem de İngilizlerle işbirliği halinde olan ve Müslümanları eritmeye, yok etmeye çalışan Hindulara karşı büyük mücadeleler vermiştir. Hindistan’ın, Hindistan ve Pakistan olarak ikiye ayrılmasından sonra yeni devletin İslâmî esaslara göre kurulması için zihnen, fikren, bedenen, siyaseten büyük gayret göstermiştir. İslâm siyaset teorisi, İslâm anayasası gibi konularda daha önce yayımladığı bazı kitaplarla çeşitli makalelerinden derlenen Islamic Law and Constitution (trc. Hurshid Ahmad, Lahore 1955) adlı eser, bu konudaki zihnî ve fikrî çabasını somut olarak göstermektedir.
O, derdi ümmet olan biriydi. Mevdudi’nin yazmaya genç yaşta başladığını yukarıda belirtmiştik. O, yirmi yaş öncesinde İzmir’in yunan işgali vesilesiyle bir risale kaleme almıştır (Türkî meyn Îsâiyôn kî Hâlet, Dehli 1922). Türkçe’ye ilk çevrilen kitaplarından biri, Selâcika’dır (Selçuklular Tarihi I, Ankara 1971). Yaşadığı zaman diliminde ve toplumda ortaya çıkan sorunlara çözüm üretme gayretinin delili olan, fetvalarını içeren Resâil ü Mesâil’i (I-V, Lahor 1951-1965) de bu bağlamda kabul edebiliriz. Bu kitabın dilimizde iki değişik tercümesi [Meseleler ve Çözümleri (I-V, İstanbul 1989-1990) ve İtikâdî, İktisâdî, Siyasî, Sosyal ve Fıkhî Meselelere Fetvalar (I-IV, İstanbul 1992)] vardır.

EVİNİN BAHÇESİNE DEFNEDİLDİ

O, bir müfessirdi. Kur’an-ı Kerim’in insan ve toplum hayatına hâkim olabilmesi için onun kitleler tarafından anlaşılması gerektiğine inanmış, bu sebepten önceki tefsirlerden önemli farklılıklar barındıran Tefhimü’l-Kur’an’ı yazmıştır. O, Kur’an-ı Kerim’i bir kılavuz, bir rehber olarak görmüş, yüce kitabın toplumsal yönüne vurgu yapmıştır. Adı geçen tefsir, müfessirin Kur’an’da zikredilen yerlere seyahat etmesi, içinde haritalara yer verilmesi, arkeolojik bilgi ve bulgulardan yararlanılması, yoğun bir biçimde Kitab-ı Mukaddes ve Talmud’a atıflarda bulunması, onları eleştirmesi, İslâmî hayat tarzını ortaya koyma çabası gibi özellikleriyle öne çıkmaktadır.
Mevlana Mevdudi, 76 yıllık hayatını, yakalandığı hastalığın tedavisi için gittiği Amerika’da tamamlamıştır (22 Eylül 1979). Naaşı oradan Pakistan’a getirilmiş, cenaze namazı son zamanların en mühim âlimlerden Mısırlı Yusuf Kardavî tarafından kıldırıldıktan sonra Lahor’da evinin bahçesinde defnedilmiştir.
Yoğun ve tempolu bir hayat süren Mevlana Mevdudi için yukarıda bazı sıfatlar zikrettik. Burada söylenen ve söylenmeyen sıfatlar, onun dava adamlığı sıfatının altındadır. O ne yaptıysa, İslâm hâkim olsun diye yapmıştır. Yaptıkları zaman zaman eleştirilmiştir. Bu eleştiriler kimi zaman hakareti aşan boyutlara varmıştır. [Mevdudi Fitnesi (Fitne-i Mevdûdiyyet, Muhammed Zekeriyyâ Kandehlevî, Karaçi 1976) ve Mevdudi Mezhebi (Mevdûdî Mezheb Mazhar Hüseyin, Lahor 1992)]. Böyle bir aksiyon ve dava adamının tenkit edilmesi gayet doğaldır. İş yapan, bazen yanlış da yapar. Bize düşen, onun yaptığı doğrulara, İslâm Âlemi’ne, İslâm Düşüncesi’ne bulunduğu katkılara bakmaktır.

Benzer konular