Ellerinde gençliklerinden başka malzeme olmadan gelen çocukları kimse sahiplenmeseydi Anadolu çorak olurdu. Evliyalar, enbiyalar elinde bereketlenen bir memleketin yükünü taşıyanlar bu yüzyılın filizlerini de yetiştirdi. “Onlardan her ilde bir tane olmasa, o ildekiler ne yapardı?” sorusuna hacet yok, Mustafa Keleşoğlu’nun hayatına nazar etmek yeter.
Şiddetin ve kamplaşmanın yüzünü en çok gösterdiği yıllar, 1970’ler. Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin Edebiyat Fakültesi’nde birinci sınıfına giren üst sınıflardan bir öğrenci, elindeki boş kağıdı henüz okula gelmiş öğrencilerin önüne koyup, ‘imzala’ der. Gençler tereddütle imzalayıp birbirine verdikçe gerginlik artar. En nihayet önüne gelen kağıda bakan biri, imzalamadan onu yanındakine verir. Bu cesaret karşısında hayret ve kızgınlıkla başına gelen üst sınıftaki öğrenci sorar: “Bize güvenmiyor musun?” Meydan okumayı sakinlikle karşılayan çocuk cevaplar: “Size güveniyorum, güvenmediğim kağıt.”
İtiraz etmenin mümkün bile görülmediği zamanlarda, imkânsızı başarıp diğerlerinin arasından sıyrılan bu genç, ileride kendisinin gittiği yoldan yürüyen ve yabancı olduğu bir şehirde yalnızlık çeken çocuklara da elini uzatacaktır.
Mustafa Keleşoğlu, Eskişehir’in çehresini değiştiren isimlerden. 79’da öğretmen olarak geldiği bu şehirden ayrılmadan kuşaklar boyu gençleri yetiştirme vazifesini üstlenen, bu vazifeyi hayatının önüne koyan bir isim.
Bunun için seçtiği yol, insanların gönlünü sohbetle kazanmak. Öğrencilerinden Hasan Tozlu o günleri şöyle anlatıyor:
“Mustafa Hoca’yı 80 öncesinden tanırım. 76’de Eskişehir’de talebe idik. Milli Talebe Birliği’nde faaliyet gösteriyorduk. Erzurum’dan nakli çıktı. Milli Talebe Birliği’nde başkanlık yaptı. O dönemde sokakta faaliyetlere emniyet vermezdik. O da hep insanlarla konuşmayı, diyalog kurmayı önemserdi. Sokakta yaşananlara, şiddete mümkün olduğu kadar mesafeliydi. Karşınızdaki insanlar da memleket çocuğuydu, birlikte cenaze namazı kıldığınız insanlardı. Kamplaşmayla beraber neredeyse insanlar birbirlerini boğazlama durumuna düşmüşlerdi. Her mahalleye giremezdiniz. Keleşoğlu bize ağabeylik etti, onun sayesinde o dönemi atlattık. Öyle zor günlerdi ki, Hocamız da bir hastalandı sıkıntıdan.”
Düzce’den Erzurum’a Erzurum’dan Eskişehir’e
Mustafa Keleşoğlu, insanların hayatına yön verirken, kendi hayatının da baharında. 1953’te Düzce’de doğan, imam olan babasının topladığı fındıkların parasıyla inşa ettiği İmam Hatip Lisesi’nde okuyan bir genç. İnşaatı süren binada başlayan eğitim hayatına yaz tatillerinde Arapça, tecvit dersleriyle devam ediyor. Evlerine ilk radyo 60 İhtilali’yle giriyor, gün gün dinledikleri haberler Yassıada Duruşmaları. Kitap bulmak o kadar zor ki, babası her yıl Sönmez takvimini çift çift alıp birini duvara asıyor, birini ciltletip kütüphaneye koyuyor. Onun dışında Kemalettin Şenocak’ın çıkardığı İslam mecmuası da evin demirbaşlarından.
Okul 1972’de bitince İmam Hatip mezunlarının üniversiteye girememe sorunu dikiliyor karşısına. Müjde Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden geliyor. Yeni açılmış Atatürk Üniversitesi öğrenci sorunu yaşayınca rektör danışmanı Burhanettin Kayhan’ın önerisiyle meslek liselerine yönelik sınav açacak. Keleşoğlu Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydını yaptırır.
Hayatının dönüm noktalarından biri belki de bu. Gelen öğrencilerden para toplayan Ülkücüler moralini bozuyor:
“Milli Türk Talebe Birliği’yle (MTTB) tanışmam ilk gün oldu. Kaydımı yaptırıp fakülteden çıkmıştım, Ülkücüler toplanmış herkesten yardım adı altında para alıyorlardı. Ben vermek istemedim. Onları tanıdığımdan ya da karşı olduğumdan değil. Haksızlık olarak gördüğüm için vermek istemedim. Ailemiz yanımıza okuyalım diye kıt kanaat harçlık koymuştu. Onu almak istemeleri haksız geldi. Kargaşa ve gerilim yaşadık. Bunu duyan MTTB’li abilerimiz bana sahip çıktı. Artık MTTB’nin içindeydim. Tüm faaliyetlerine katılır, hatta faaliyetleri düzenler olmuştum. Liselilere Mehmet Akif’i Necip Fazıl’ı anlatıyordum. Üniversite yıllarımız zihnimizin şekillendiği, Türkiye’nin meseleleriyle ilgili çalışmalar yaptığımız, kendimize gelecek inşa ettiğimiz yıllardı.”
1976’da üniversite biter. Sırada öğretmenlik vardır. Ankara’daki kura çekimlerinde Keleşoğlu’na Eskişehir İmam Hatip Lisesi, arkadaşı Selahattin Önder’e Düzce çıkar. Önder Eskişehirli, Keleşoğlu Düzcelidir. “Kağıtları değiştirelim” teklifi genel müdür tarafından geri çevrilince, Keleşoğlu’nun da bugüne uzanan Eskişehir yolculuğu başlamış olur. İlk kez gittiği şehirde onu MTTB Başkanlığı beklemektedir. İlk öğrencilerinden Murat Canözer o günlerde tanışır Hocasıyla:
“Eskişehir’e 79 yılında geldim. İhtilal öncesiydi, öğrenci hareketlerinin yoğun olduğu bir dönemdi. Hocam 77 yılında gelmiş, MTTB çalışmalarının önünde yer almıştı. Sadece aksiyona bağlı değildi, fikir anlamında da çalışırdı. 12 Eylül’den sonra ne vakıf, ne dernek, ne parti kaldı. İkinci sınıfa geçmiş öğrenciler ortada kalmıştık. Yaşananlar çizgi dışı işlerle uğraşmamızı dayatıyordu. Ya kendinizi kaybedecektiniz ya olmayacak işlere girecektiniz. Hocam insanların fikirsiz bir aksiyon içinde olmasını istemezdi. İnsanları tehlikenin içine atmak, onlar üzerinden politika yapmak fikrine karşıydı. 12 Eylül’den sonra bu tip hareketlere katılan insanların bir yere savrulduğunu gördük. Biz de savrulmanın eşiğine gelmiştik. İşte o zaman Hocam elimizden tuttu, ayağa kaldırdı. Ne zaman bir sorunumuz olsa, acıksak, bir şeye ihtiyaç duysak, elimizde ekmeğimiz onun kapısını çalardık. Her gün istisnasız 14-15 kişiyi evinde ağırlar, sohbet eder, elinde ne varsa paylaşırdı. Eşi Gülfer Hanım’ı söylemeden geçemem. 40’ı çıkmamış bebeği olduğu halde bizi ağırlar, hizmet ederdi. Eskişehir’e gelen, hayatı tanımayıp ne yöne gideceğini bilmeyen gençler için Mustafa Hocamızın varlığı çok şeyi değiştirdi. O olmadan birçok şeyin eksik kalacağına inanıyorum. İnsanların gerçeği doğruyu İslami ya da gayri İslami olmadık bir takım akımların peşinde aramadıysa, geri dönülmez yollara gitmediysek, Hoca’mın sayesindedir.”
Kapısı öğrencilere hep açıktı
Canözer’in böyle anlattığı günleri aşmak kolay değil. Darbe sonrası Eskişehir’de azalan öğrenci nüfusunu bir araya getirecek bir dinamiğe ihtiyaç var. Bunun çaresi de bir çay ocağı açmak. 1982’de açılan çay ocağı öğrencilerin buluşma, iftar yapma, teravih kılma mekânı aynı zamanda. Kısa sürede dikkatleri üzerine çekip, kapısına kilit vurulacak. Keleşoğlu ve arkadaşları bu ara ancak yeni bir yön bulma vesilesi, önce bir kitabevi, sonra 1985’te İstanbul’da açılan İlim Sanat Vakfı’nın şubesini açarak yola devam edecekler.
“Vakıf kuruldu, biz de Eskişehir’de bir şubesini açtık. Sadece iki odası vardı ama bizim için çok büyük ve güzeldi. 1990 yılına kadar faaliyetlerimizi orda sürdürdük. Cuma akşamları öğrencilere, çarşamba sabahları imamlara, cumartesi pazar öğrencilere yönelik kurslarımız oluyordu. Konferanslar düzenliyorduk.”
O günlerde Keleşoğlu’nun sohbetlerinden feyz alan erkek öğrencilerin arasına karışmak isteyen bir isim, Hocanın ilk hanım öğrencilerinden biri olmak mutluluğunu da tadar. Fatma Şengil Süzer’in hikâyesi bu:
“Yıl 86-87. Başörtüsü tartışmalarının en yoğun olduğu zamanlar. Başörtülüler okusun mu okumasın mı? Başörtüleri ne renk olsun? Doğru düzgün tesettür kıyafet yok. Bizim de kafamız epeyce karışmışken, Hocamın evinde Arapçadan tutun da tefsire kadar bazı dersler verdiğini öğrendim. Hemen atladım. ‘Öğrenciler erkek ama siz bayan hocalardan Arapça öğrenebilirsiniz’ diye karşı çıktı. Israr edip kendisine ‘Kim bir ilim öğretirse, kendisine onunla iş gören kimsenin ecri kadar sevap vardır. O işi yapanın sevabından hiçbir şey de eksilmez’ hadisini hatırlattım. İlk hanım öğrencilerinden biri benim sanırım. Hocayla tanıştığımız zaman edebiyat öğretmeniydi. Sonrasında müdür oldu. Müdür olduğu zaman bir kez kapısının kapalı olduğunu bilmem. Sürekli açık duran kapıdan bazen sırf ‘Nasılsınız’ demek için girerdik. Öğrencilerin sakınmadan konuşabildiği bir hocalarının olması çok kıymetliydi.”
Keleşoğlu’nun açtığı kapıdan girenlerden Doç. Dr. Köksal Büyük ilk karşılaşmaları için “İslami bir eğitim ve kültürden uzak büyüdüğümden her bir cümlesi benim zihin dünyamda fırtınalar koparıyordu” diyor. 60 metrekarelik alanda dünyadan koptukları sohbetler yaptıklarını anlatan Büyük, geriye bakınca geçen zamanı şöyle özetliyor:
“24 yıl önce bu sancağın gölgesine otur, nasibinde olanı al’ demiştim kendi kendime, o gün bu gündür hâlâ talebeyim. İnsanı saksıda bir çiçeğe benzetirler. Hayatımda iki kez solma korkusu yaşadım: Birincisi; Hocam kalp ameliyatı olduğunda ikincisi Çankırı’da iki yıl ondan ayrı yaşadığımda.”
Hiç şikayetini duymadım
12 Eylül öncesi karmaşayı da, 12 Eylül sonrası muğlak zamanları da 28 Şubat’ın karanlığını da aynı kararlılıkla göğüslerler. 28 Şubat’ı özetleyen tek bir anıya değinmek yeter:
“90’lı yıllardı Anadolu Üniversitesi’nde mescit yoktu, cami yoktu. O dönemin rektörü Yılmaz Büyükerşen’e haber gönderdim. ‘Cami için bize bir yer gösterirseniz, camiyi biz yaparız’ dedik. Aldığımız yanıt, ‘cami yerine hamam yapın’ oldu.”
Aşılan badireleri atlatmak için çoğu zaman insanın ilk ihtiyacı bir dost eli. Eskişehir’in Mustafa Hoca’sı da gençlere bu eli uzatanlardan. 6 çocuğu, 10 torunu ve binlerce talebesi var. 70’lerden bu yana fasılasız çalışmaya devam ediyor.
Hikmet Yücel “20 yıldır bir kere bile şikâyet ettiğini görmedim. Ne zaman ‘Hocam nasılsınız’ diye sorsam, ‘elhamdülillah, hiçbir derdimiz yok çok şükür’ haricinde bir ifade duymadım. ‘İdare ediyoruz’, ‘biraz grip olmuşum’, ‘hasta gibiyim’, ‘ameliyata gireceğiz bakalım’ gibi masum bir ifade bile duymadım. Her seferinde ağız dolusu ‘elhamdülillah’ duydum” diyor.
Onun varlığı da başkalarına bir şükür vesilesi, elhamdülillah.