Bazı gecelerin sabahı olmaz. 3 Haziran 2010 gecesi, kendi halinde giden bir geminin güvertesinde yankılanan silah sesleriyle bölünmeseydi, sabaha varacak, yeni bir güne uyanacaktık. Saat 2’de telsizlerden başlayan tacizlerin kesilmesi hayra alamet değil elbet, saat 04.30’da bir anda ışıklanacak her yer, toprağından kan eksik olmayan Gazze’nin kıyılarına da kan bulaşacak.
Oysa bu gemi yola koyulduğunda çayın eşlik ettiği sohbetler hep umutluydu. Yolu dünyanın en kederli sürgünlerinden birini yaşayan bir kente çıkıyor: Gazze gönüllerin ortasında, gözden ırak. Biraz yardım, biraz “unutulmadınız” demek isteği. Böyle niyete zeval gelir mi?
Mavi Marmara Akdeniz’in karanlık sularında yapayalnız kalana kadar herkes aksini düşünüyordu. İlk haberlerin bölük pörçük olması biraz da bundan. Oysa aylar sonra raporlara düşen notlar, o dakikaların iyimser şaşkınlığını atmış, gerçeğin soğukluğuyla demir gibi kesiyor:
“Elindeki küçük kamerayla çekim yaparken yaralanıp, güvertede bilinci açık ya da yarı bilinç kaybıyla bir zaman yatan Furkan Doğan daha sonra yakın mesafeden yüzünden vurulmuştur.”
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği raporunun acıtıcı açıklığını bir yana not edelim. Furkan Doğan’ı aldığı sayısız yaralarla değil, hikâyesiyle anmak gerek.
Mavi Marmara, pek çok insanın görmek isteyeceği bir düş. Furkan da onlardan biri. Kayseri’de, henüz okulu bitirmemiş, 19’unda. Üniversiteye gitmeden önceki hedefi başka; abluka altında sıkışıp kalmış Gazze’ye giden ekibin içinde olmak istiyor.
Babası Ahmet Doğan sonra o günleri hatırladığında, oğlunun isteği karşısında izin vermekte zorlandıklarını söyleyecek. Buna rağmen, kararındaki ısrarı ailesinin inadını kırıyor, Kayseri’den İstanbul’a gelen 9 kişi içinde Furkan Doğan da var.
Ekibin en genci. En sevileni denir mi? Bu yolculukta kimse yarıştırılmaz. Yerleri silen Furkan; çayını alıp bir köşeye çekilip, oradan bütün sohbetlere dikkat kesilen Furkan; yaşadıklarını defterine not düşen Furkan; namaz saflarını boş bırakmayan, işten de muhabbetten de ibadetten de geri durmayan Furkan. Bunların hepsi o. Anlatılanların imbiğinden geriye ölümünden sonra değil, yaşamıyla beraber değerli bir insanın portresi akıyor. Babası Ahmet Doğan’ın “Pişmanlığımız, keşkemiz yok. Çocuğumuz güzel bir yolda şehit oldu. Biz de şehit babası olduk. Hayırlı gelişmelere vesile olacak” dediği bir evlat.
1991, New York ABD doğumlu. Furkan’ın hayatında, sonradan anlam kazanacak duraklar var. İsrail askerlerinin eliyle öldürüldüğünde “kendi” vatandaşlarına uygulanan şiddeti görmezden gelmeye çalışan ABD’nin ikiyüzlülük turnusolü. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan bu suskunluğu bozanlardan:
“Burada 9 şehit vardır, bunun 8’i Türk vatandaşıdır, 1’i ABD vatandaşıdır. Biz şehit 8 vatandaşımızın hukukunu korumak, takipçisi olmak zorundayız. Yani bir yönetim olarak bunu takip etmek, bunu kovalamak bizim asli görevimizdir. Bir hükümet olarak bunu yapmadığınız zaman tarih bunun hesabını sizden sorar, adaletinizin gereğidir. Aynı şekilde Amerikan yönetiminin de Türk orijinli olması hasebiyle Amerikan vatandaşı olan Furkan Doğan ile ilgilenmemesi manidardır. Bunun da biz tabi ki Amerikan yönetiminden takibini bekliyoruz. Türk orijinli olduğu için mi bunu takip etmiyorsunuz. Amerikan vatandaşıdır, vatandaşının hukukunu koruması gerekir. Amerikan vatandaşı olan 19 yaşındaki Furkan’ın Adli Tıp raporlarını ve resimlerini, nasıl vurulduğunu gördüğümüz zaman, iki kaşının arasından çok yakın mesafeden ateş etmek suretiyle şehit edilmiştir, sırtından da iki yerden almış olduğu yara var. Ayrıca ayağından ve kolundan da vurularak, beş mermiyle şehit edilmiştir. Bunun karşısında suskun bir Amerikan yönetimi var.”
Adını ve davasını uluslararası platformlara taşıyan Erdoğan’ın konuşmalarını, ölümünden bir yıl önce, 17 Mayıs 2009’da, defterine yazmış Furkan da:
“Gençlik, yüreğinde dolup taşması, gençlik aşktır, gençlik heyecandır. Aynı zamanda gençlik akıldır, gençlik irfandır. Gençlik muhakemedir. Sizler geleceğin rehberisiniz, sizler lidersiniz.”
Yabancı ülke vatandaşları için açılan üniversite sınavında aldığı puan tıp fakültesini kazanmaya yetiyor. Onun istediği de doktor olmak. Okul arkadaşlarının anlattığına göre, bu tercihini birinci sınıfta açıklamış:
“Öğretmeni ilk derste sınıftakilerle tanışırken herkese ‘ne olmak istiyorsunuz’ diye sordu. Sıra Furkan’a gelince ayağa kalktı ve ‘şehit olmak istiyorum’ dedi. Öğretmen ‘o anlamda sormadım’ deyince, ‘doktor olmak istiyorum’ dedi.”
Sabah namazlarını Alparslan Camii’nde kılarmış, cami girişinde “Furkan Doğan cami cemaatimizdi” yazıyor. Anneannesi, sabahın henüz söküldüğü saatlerde sokağa çıkan torunu için endişelenirmiş, bir kez “Furkan her gün her gün sabah karanlığında gidiyorsun, bazen de evde kılsan, başına bir şey gelecek diye korkuyorum” diye uyarmış da. Aldığı yanıt “Aman anneanne, merak etme bana bir şey olmaz, Allah korur, başıma bir şey gelirse de Allah yolunda gelmiş olur.”
Son ana kadar gemiye bineceği kesin olmayan, ailesinin yaşı küçük diye, belki seçilmez diye umduğu Furkan o tarihlerde gidemeyecek olanların iptal etmesiyle kendisine yer açılınca hemen hazırlıklara başlamış. Gemiye bindiği andan son nefesine kadar herkes onu elindeki küçük kamerasıyla çekim yaparken hatırlıyor.
Furkan Doğan’ın 19 yaşı, bulunduğu yeri idrakte de, akıbetini kabulde de nice yaşa bedel:
“Şehadet şerbetine son saatler. Var mı daha güzel şey? Varsa o da sadece annemdir ama ondan ben de emin değilim. İkisinin kıyası çok zor. Şehadet mi annem mi? Salon boşaldı. Şu ana kadar olmayan ciddiyet bir anda herkesi kapladı.”
Bazı gecelerin şafağı geç söker. Geminin taşıdığı umudu bekleyen Gazzeliler, oğlunu havaalanında bekleyen Ahmet Doğan, haklılığın zorbalıkla dağıtıldığı Mavi Marmara yolcularının sabahı da belki böyle. Ama o günlerin müjdesini bilenler için kaygıya yer yok:
“Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Aksine onlar diridirler ancak siz fark edemiyorsunuz.” (Bakara, 2/154)