Japon İmparatoru’nun yeğeninin Payitaht’ı ziyaretinin ardından bir iadei ziyaret emri veren Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han, bir heyetle beraber imparatora çeşitli hediyeler gönderir. Bazı uzmanların çürüğe çıkarılması gerektiğini iddia ettiği donanmanın en güzel gemisi Ertuğrul adlı fırkateyn bu uzun yola çıkar ve sahiden de Süveyş Kanalı civarında ilk arızasını verir.
Yol boyunca güzergâhındaki birçok limana uğrayan ve gittiği her yerde halkın takdir gösterileriyle karşılaşan fırkateyn, özellikle mahalli müslüman ahali tarafından büyük bir muhabbetle karşılanır.
11 ayın ardından Japonya’ya ulaşan gemi, üç aylık misafirlik süresinin ardından dönüş yolculuğuna başlar; Japon uzmanların tayfun ihtarına rağmen. Çok geçmeden gemi, beklenen tayfuna yakalanır ve kayalara çarparak parçalanır. Mürettebatın çok azı hayatta kalabilmiştir. Hayatta kalanların yaralarını saran ve bakımlarını gerçekleştiren ise fakir Japon köylülerinden başkası değildir.
Bu ıstıraplı hadise, tarih boyunca birbirleriyle hiç savaşmamış bu iki halkı birbirine daha bir yakınlaştırır.
İki kere iki
Yüz küsur yıl önceki bu hadise Türk gençlerine pek anlatılmaz; sebebi meçhul. Türk gençliği daha çok Eti ve Sümer edebiyatı münasip görülür. Bizim zıddımıza Japonlar için bu hadise hâlen tazeliğini koruyan bir ıstırap meselesi. Ve Osmanlı gemisinin hazin bir sonla biten bu seferinin merak uyandırıcı hikâyesi nihayet Japon-Türk ortak yapımı bir projeyle sinemaya aktarılır.
Türk-Japon dostluğunun ikinci halkası, ilkinden 95 yıl sonra, 1985’de Tahran’da yaşanır. O dönemde Irak’la savaş hâlindeki İran’da mahsur kalan Nissan firmasının 215 kişilik Japon teknik ekibi, dönemin başbakanı Turgut Özal’ın girişimleriyle kurtarılır ve sağ-salim ülkelerine gönderilir.
İki ülkenin yakın geçmişinde yaşanmış iki olay. Dostluk, dayanışma, sevgi ve erdem dolu iki gerçek hikâye. Bu iki yaşanmış olayın kahramanı iki millet, bir ortak yapımda biraraya geliyor ve nadiren çakışan tarihlerindeki bu dostluk türküsünü ortaklaşa anlatmak istiyor. İşte Ertuğrul 1890 filminin arkaplanı böyle.
Japon Sineması ülkemizde yazık ki daha çok korku-gerilim türündeki örnekleriyle bilinmekte. Buna bir de Miyazaki gibi üstadların başını çektiği Japon çizgi filmlerini ve elbette animeleri eklemek gerek. Akira Kurosawa gibi bir yönetmeni, Toshiro Mifune gibi bir oyuncuyu unutmuş değilim. Ve Japon Sineması’na ait onca nitelikli işi…
İyiniyet gene yetmedi
Her türlü sorununa rağmen Türk Sineması’nı da öyle bir çırpıda harcamaya niyetlenenlere söyleyecek bir çift söz bulunur elbette. Gelin görün ki en azından klâsik anlamda hikâye anlatmada mahir iki ülkenin sinema ekibine sahip; son derece iyi niyetlerle biraraya gelen, üstelik arkasına etkileyici iki hikâye birden alan film, tuhaf bir garabete garkolmuş durumda.
Filmin senaryosu Eriko Komatsu’ya, yönetmenliği ise Mitsutoshi Tanaka’ya ait.
Başlıca rollerde Japonlar’dan Seiyo Uchino, Shioli Kutsuna, Naoto Takenaka, Yui Natsukawa; Türkler’den ise Kenan Ece, Alican Yücesoy, Uğur Polat, Mehmet Özgür, Tamer Levent ve Melis Babadağ oynamakta. Filmin senaryo ve tarih danışmanı İskender Pala.
Bu isimlerden iyi bir iş çıkmaması için hiçbir makul sebep yok ortada aslında. Daha doğrusu, filmin ilk yarısına değin iyi giden işlerin, nasıl olmuşsa birden bıçakla kesilmişçesine tersine dönmesini, dışarıdan bir bakışla izah etmek zor.
İyi de işler niçin iyi gitmedi?
Bunca iyi niyete rağmen Ertuğrul 1890 adlı film, epeyce sükûtu hayale uğratan bir yapım. Daha doğrusu, filmin Ertuğrul Fırkateyni ile ilgili ve Japonya’da geçen kısmı değil de, Nissan çalışanlarının İran’dan kurtarılışını anlatan ikinci kısmı, birden ilk bölümde topladığı ne kadar alkış varsa hepsini iade ediyor. İki ayrı tarihteki iki farklı konunun dostluk ve dayanışma gibi ortak bir paydası bulunsa da filmde bu iki öğe, pişmiş aşa boca edilen su kadar filmin lezzetine zarar veriyor. Bir kere, her seferinde oyuncuları siyasi asıllarına benzetme gayreti bu tür filmlerin bir numaralı sakilliği. İkinci ve daha önemlisi Turgut Özal’a benzetilmeye çalışılan oyuncunun dilinden dökülen hamaset, insani hisleri öne çıkarma gayretindeki böyle bir yapımda asla yeralmaması gereken şövenliği göndere çekiyor.
Ertuğrul 1890 filmi, son tahlilde tuhaf bir biçimde Japon ortak yapımcıya karşın, Türk’ün Türk’e çektiği bir propaganda metnine dönüşüyor; özellikle ikinci yarısında.
Propaganda ‘metni’ her durumda fena bir şey midir? Elbette değildir. Kimileyin işe yarayabilir de. Fena olan, propaganda filmi değil, kötü propaganda filmi. İşte o, daima işlev eksikliğiyle malûl bir sakatlığı bünyesinde barındırır çünkü.
Kimmiş bu yerli ortak?
Filmle ilgili tuhaf bir anekdot belki meseleyi daha güzel özetler:
Ertuğrul Fırkateyni’nin hazin hikâyesinin Türk-Japon ortak yapımı olarak büyük bir prodüksiyonla filme aktarılacağı bilgisi sektörün içindekilerince bu senenin başında öğrenilmişti. Bu heyecan verici gelişmenin ayrıntılarına vakıf olmak isteyen ve hatta mümkünse bu ortak yapıma herhangi bir şekilde katkı vermeyi aklından geçiren kimseler, projenin dünyanın öbür ucundaki ortağı Japon yapım şirketi hakkında gerekli bilgiye ulaşmış, fakat sıkı durun, filmin Türk yapımcısına bir türlü ulaşamamıştı.
Türk ortak yapımcı firmanın yeni kurulmuş, dolayısıyla sektörde henüz tanınmamış bir şirket olması değildi bu esrarengizliğin sebebi. Çok daha başka bir şeydi. O ‘başka’ şeyi, yani Ertuğrul 1890 filminin Türk ortak yapımcısının kim olduğunu, birçok kişi ancak film gösterime girmeye yaklaştığında öğrenebilmişti. Çünkü filmin Türk ortak yapımcısı Kültür Bakanlığı’ndan başkası değildi.
Belli ki Japonlar’ın filmi, daha yapım evresindeyken kendi ülkelerinde lâyıkıyla tanıtmalarına ve gerekli merakı uyandırmalarına karşın bizim hâlen daha film hakkında doyurucu bir tanıtımdan yoksun bırakılmamızın müsebbibi de ortada. Filmin Japonya ile ilgili bölümlerinde belli bir düzey korunduğu hâlde, hikâyenin Türkiye ile ilgili kısımlarına gelindiğinde niteliğin asfaltı kazımasının sebebi de aynı olmasın sakın!
Yazık ki Ertuğrul 1890 filminin kaderi, kendisine kaynak teşkil eden Ertuğrul Fırkateyni ile aynı: Acı bir hüzün.
…
Müziğin yaşayan Sokrates’i
Sokratis Sinopoulos Yunanlı bir müzisyen. Yaylı ve telli çalgılarda mahir. Özellikle de kemençede. Zaten kemençe merakını İhsan Özgen’in 1995’de verdiği Atina konserine borçlu.
Mektepli bir müzisyen aynı zamanda. Ross Daly’nin tezgâhına da uğramışlığı var.
Akdeniz havzasına özgü yerel müzikleri aslına uygun veya çağdaş insanın zevk süzgecine uyarlayarak dünyaya takdim eden isimlerin arasında. Derya Türkân’la aynı yolun yolcusu. Zaten 2001’de Letter From Istanbul adlı ortak bir albüme imza atmışlardı.
Radyoda ne çalıyorsa onu dinlemeyi tercih etmeyenlerin bildiği Eleni Karaindrou, Charles Lloyd ve Maria Farantouri ile de birlikte çalışmış. Bu isimlerin çıkardıkları en iyi albümler gibi nice caz, etnik caz albümünü bünyesinde barındıran, aslında dünyanın en iyi caz müziği yapımcılarından biri kabul edilen ECM’deki birçok albümde adına rastlanır müzisyenin.
Bizim müziğimize başka bir lezzet
Sokratis Sinopoulos’un son işi Eight Winds. Albüm elbette ECM etiketi taşıyor. Geçen yıl Manfred Eicher yapımcılığında kaydedilen parçalarda müzisyene piyanoda Yann Keerim, bas gitarda Dimitris Tsekouras ve davulda Dimitris Emanouil eşlik etmekte. Ekip aslında Sokratis Sinopoulos Quartet adı altında biraraya gelmiş.
Albümdeki 12 parçanın arasında en dikkat çekeni, elbette albümle aynı adı taşıyan ve son parçada farklı bir çeşitlemesine yer verilen Eight Winds. Albümdeki bütün besteler Sinopoulos’un imzasını taşımakta gerçi ama meraklanmayın, siz o ezgilere, o şarkılara zaten yeterince aşinasınız.
Dahası, müzikle arası sizin kadar iyi olmayan arkadaşınız bu albümü dinlediğinizi gördüğünde size “Aa, elin Yunan’ı düpedüz Türk Müziği mi yapıyormuş?” derse şaşırmayın sakın. Ortada derin bir kemençe kardeşliği var çünkü.
…
Sözcükler’in Sürprizi
Sözcükler 59. sayısına ulaşan iki aylık bir edebiyat dergisi. Ocak-Şubat sayısı çifte kavrulmuş sürprizlerle okuruna ulaştı.
90’lı yılların neredeyse istisnasız her meşrepten gencinin koltuğunun altını süsleyen, buna karşın ne kadar okunduğu, hele hele ne oranda anlaşıldığı meçhul efsane kitabı Tutunamayanlar’ın yazarı Oğuz Atay’la ilgili ilk sürpriz. Erken yaşta ölen Oğuz Atay, handiyse bütün olgunluk döremini Cumhuriyet döneminin en büyük meselesine adamış, edebiyatçı tarafı kadar sırtını Kemal Tahir geleneğine yaslayan düşünür yönüyle de önemli bir isim.
Cumhuriyet döneminin, hatta son 300 yıllık tarihimizin en önemli meselesi neydi? Hâlâ çözülemeyen kördüğümü… Türk insanının ben idrakı meselesi. Onun ifadesiyle “Türkiye’nin ruhu” meselesi. Ama Türkiye’de yaşayan bütün taraflarca kabul edilebilecek ortak bir değer manzumesi düzeyinde elbette. Yoksa aslında her Batılılaşma, dahası Avrupalılaşma hamlemiz bir Gordion düğümü sonuçta.
Meşhur meçhullerimizin başında anılası Oğuz Atay’ın Sözcükler’in son sayısında, bugüne değin bilinmeyen 14 karesi yer alıyor. Ve elbette Cevat Çapan ile Mehmet Serdar’ın metinleriyle birlikte. Cevat Çapan yazısında tanığıdı Oğuz Atay’ı anlatırken Mehmet Serdar, yazar üzerine yaptığı bir konuşmayı okurla paylaşıyor.
Sözcükler’in ikinci sürprizi de başka bir devle, Nâzım Hikmet’le ilgili. Şairin 1951’de yazdığı, ancak sonradan kaybolan “Nâzım’ın Oğlu Memed’in Fransa’ya Mektubudur” başlıklı şiiri, bugüne değin hiçbir kitabında yeralmamıştır. Türkesi kaybolduğu için. Dergide bu şiirin hem Rusça’dan, hem de Fransızca’dan yapılmış iki ayrı çevirisi yeralıyor.
Bir filmi sinema, psikoloji sosyoloji ve edebiyat gibi birincil yakını alanlarla okuma modasından sıkılanlar için de bonus bir sürpriz var Sözcükler’de: Film Eleştirisi ve Felsefe başlıklı yazının sahibi Hakan Savaş.