Bir ramazan adetini hatırladık: Temcid

Virüs sebebiyle evlerimizde girdiğimiz Ramazan-ı Şerifin ilk günü minarelerimizden okunan “temcid” ile neşelendik. Eskiden bütün minarelerden ilân edilen artık sadece İstanbul’un bazı tekkelerine hapsolmuş olan, üstelik “temcid pilavı” tabirinin oluşmasını temin eden bu âdet unutulmuş gitmiş gibiydi. Belki de birçok insan anlayamadı ne okunduğunu. Nedir bu “temcid” ve “temcid pilavı” bir bakalım.

Temcid, “mecd” kökünden gelir ve “tazim ve sena etmek, ululamak” demektir. Istılahî olarak da ezan haricinde minarelerden okunan ve Allah’a edilen duayı, tazarruyu ifade eden bir Türk musiki formudur. Üç aylarda Receb’in ilk gecesiyle başlayıp Ramazan’ın teravih kılınan ilk gecesine kadar yatsı namazının ardından, Ramazan’da ise sahurdan sonra müezzinler tarafından halkın iştirakiyle minarede okunurdu. Daha çok Ramazan’da ve bilhassa sahur vaktinde okunduğu bilinir ama mübarek gecelerde de -kandil geceleri- temcid okunurdu.

Temcid okuyacak kişi evvelâ “Ya Hazret-i Mevlâm” diye giriş yapar, ardından da üç defa kelime-i tevhid çeker. Akabinde çoğunlukla ulûl’azmdan seçilen peygamberlerden bazılarının ismi zikredilir ve Hz. Peygamber’e (sav) salât u selâm getirilir. Daha sonra bir âyet-i kerime okunur ki bunun içerisinde Allah’ın isimlerinden birisinin geçmesine dikkat edilir ve bir beyitten ibaret olan münacaat veya naat ile devam edilir. Bir kişinin bunu bitirmesinden sonra hep birlikte “ve’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin” denilir ve tekrar bir kişi “Fatihâ” diye nida eder. “Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin …” (…) veya “Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn …” (…) diye başlayan âyeti okumasıyla temcid sona erer. Aynı Enderun usulü teravihin aralarında okunan ilahîler gibi temcidde de ilk on beş gün “merhaba”lı son on beş gün “elveda”lı güfteler okunur.
Çok çeşitli makamlarla oluşturulmuş olan temcidler, ilahî veya tevşih formunda bestelenmediği için her gece farklı makamlarda okunabilirdi. Bütün dinî musikilerde olduğu gibi temcid de İstanbul’da daha saltanatlı okunurken taşrada görece basit usullerle icra edilmiştir.

Temcid pilavına gelince… Dedik ya sahurda temcid okunur diye. Sofraya sahura kalkılınca bir taraftan temcid dinlenir bir taraftan da yemek yapılırdı. Pilav, ister pirinç ister bulgur olsun uzun müddet tok tuttuğundan Türklerce çokça tercih edilirdi. Hatta Yahya Kemal Beyatlı bu sebepten “biz Mesnevî okuyan ve pilav yiyen bir milletiz” demiş. İşte eski kalabalık ailelerin yaşadığı İstanbul’da bilhassa konaklarda evin en kıdemsiz gelini her gece pilav pişirirdi. Konağın büyükbabası bayram gelip de el öpme merasimi gerçekleştirilince herkese “bayramiyye” olarak adlandırılan birer hediye verir; her gece pilav pişiren kıdemsiz geline de “temcidiyye” ismiyle ilave bir hediye daha takdim ederdi.

Tabii bu âdete riayet etmeyen “tembel” gelinler olurdu. Evvelki akşamdan kalan pilavı ısıtır ve sofraya koyardı. İşte “temcid pilavı gibi ısıtmak” tabiri buradan neşet etmiştir. Konak olmayan sıradan evlerde ise çocuklar sahura zor kalktıklarından “geliyorum anne, tamam anne” diyene kadar pilav soğurdu. Annesini nazlayan yavrucağı için o pilav yeniden ısıtılır; buna da ‘temcid pilavı’ denirdi. Geleneksel dünyada “tarhana çorbası ve pilavın” ısıtılmışı makbûl değildir. İşte bu yüzden temcid pilavı tabiri dilimizde menfi bir kullanım olarak kalmıştır.

***

SANAL SEYAHATTE PATLAMA

 Evde geçirilen günlerde sanal seyahatler beklenilenden fazla talep gördü. Tarihe ışık tutan müzeler geçici olarak kapansa da ziyaretçileri eksik olmadı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın uygulamasıyla sanal ortama koyulan müzeler 1 ayda 1 milyon 600 bin kez gezildi. Sanal ortamda gezilebilen adresler arasında dünyanın en büyük ikinci mozaik müzesi Zeugma, tarihin sıfır noktası olarak bilinen Göbeklitepe Ören Yeri, Avrupa Yılın Müzesi 2020 yılı adayı Troya, dünyaca ünlü Artemis heykeline ev sahipliği yapan Efes ve paleolitik çağa dek uzanan sayısız arkeolojik eserin sergilendiği Anadolu Medeniyetleri Müzesi de var.

BOLLYWOOD YILDIZINA ELVEDA

 Hindistan doğumlu meşhur oyuncu İrfan Khan, 53 yaşında vefat etti. Hem Bollywood, hem de Batı sinemasında başarılı işlere imza atan Khan, kolon enfeksiyonu tedavisi gördüğü ve yoğun bakıma alındığı Mumbai’deki Kokilaben Hastanesi’nde son nefesini verdi. Khan “Slumdog Millionaire”, “Pi’nin Hayatı” ve “Jurassic World” gibi filmlerde rol almıştı.

ÜZÜM DİYE GİTTİLER YERALTI ŞEHRİ ÇIKTI

 Kayseri İncesu’ya bağlı Derebağ Mahallesi yakınlarında ‘Kırklar İni’ olarak bilinen bölgeye geçen yıl üzüm hasadı için gelenler, 2 girişli mağarayla karşılaşınca belediye yetkililerine haber verdi. Bunun üzerine Belediye Başkanı Mustafa İlmek, beraberinde emekli öğretmen ve tarihçi Mustafa Çavdar ile bölgeye gitti. Yapılan incelemede, çevre köylülerin mağara olarak bildikleri yerin, 2 katlı yer altı şehri olduğu ortaya çıktı.

VANDALLAR VİRÜSÜ FIRSAT BİLDİ

 Mimar Sinan tarafından yapımına başlanan ve 1588 yılında tamamlanan 432 yıllık tarihi Kılıç Ali Paşa Medresesi’nin kubbeleri koronavirüs salgınını fırsat bilen hırsızlar tarafından 1 hafta arayla iki kez soyuldu. Yaklaşık 1.5 kilogram kurşunu sökerek çalan ve kayıplara karışan hırsızları yakalamak için polis çalışma başlattı. Soyulan kubbeler havadan görüntülenirken, çıplak kalan yerlerin ise naylon örtüyle kapatıldığı görüldü.

BİZİM ‘DECAMERON’UMUZ YAZILIYOR

 İtalya’nın 14. Yüzyılda veba salgınıyla boğuşması yaşanılan hikâyelerin Decameron olarak tanımlanmasına ve biraraya getirilmesine yol açmıştı. Notabene Yayınları da bir grup yazarı yaşadığımız virüs günlerinin hikâyelerini Bizim Decameronumuz olarak yazdırmaya başladı. Şimdiye kadar 18 hikâye yazıldı. O hikâyeler peyderpey www.notabene.com.tr adresinde yayımlanmaya başladı.

***

“HİLÂFET KANUNÎ ZAMANINDA YENİDEN İKAME EDİLDİ”

Klasik Osmanlı çağının en önde gelen simalarından Prof. Dr. Feridun Emecen ile Kapı Yayınları’ndan çıkan son kitabı ‘Osmanlı Klasik Çağında Hilafet ve Saltanat’ üzerine konuştuk.

Bu yıl Hilâfet hakkında birçok eser ve makale yayınlandı. Doğrudan sormak isteriz Yavuz Sultan Selim hilâfeti devraldı mı?
Dönemin doğrudan kaynakları üzerinde yapılan çalışmalar aslında Yavuz Sultan Selim’in hilafet haklarını son Abbasî halifesinden devralmadığını çok sarih biçimde gösterir. Bu devir meselesi, Osmanlı hilâfetinin cihanşümul bir karakter kazandığı dönemlerde doğrudan Osmanlılara has bir hükümdarlık telâkkisi içinde yeniden formüle edilmiş görünür. Yavuz Sultan Selim’in amacı muhtemelen İstanbul’a getirttiği son Abbasî halifesinin pozisyonunu tıpkı Memlük sultanlığında olduğu gibi muhafaza etmekti; artık hilâfet merkezinin İstanbul olduğunu bu şekilde göstermeye çalışıyordu. Yani hükümdarlık-hilâfet haklarını bizzat kendi şahsında toplamayı düşünmüyordu diyebiliriz.

Kanunî Sultan Süleyman’ın eserinizde “hilâfetin içini doldurduğunu” söylüyorsunuz. Bu ne demek?
Kanunî’nin tahta çıkışından sonra Osmanlılar yeni bir büyük siyaset oyununu devreye sokmuşlardır. Batı’ya karşı gaza bayrağını yeniden açarken, Doğu’da da İslam’ın en büyük koruyucusu olduklarını göstermek istemişler, bu çerçevede farklı bir misyonun takipçisi olmuşlardır. Hilâfet meselesi Kanunî zamanında klasik anlamda Osmanlı sultanı için unvanlarla birlikte yeniden ikame edilmiş olmalıdır diye düşünmekteyim. Bu döneme ait bazı risaleler ki, mesela bunlar içinde Lütfi Paşa’nın Kanunî’nin niçin halife olarak tanımlanabileceği yolundaki hilafet risalesi çok ilginçtir. Kanunî’nin resmî belgelerde, kitâbelerde kullandığı unvanlar öncekilerden farklı bir dönemin habercisidir. Bu noktada eskatolojik vurguların önemine de işaret etmem lâzım. Kanunî büyük halife, mehdi, dünyanın sonunda gelen büyük hükümdar vs. gibi algılanmıştır. Hicrî 1000 tarihinde kıyamet kopma beklentileri içinde ortaya çıkan yoğun atıflarla Sultan Süleyman’ın kendisine biçtiği rol çok ilginç bir mahiyet kazanıyor. Halifelik meselesi de bunun bir parçasıdır. Dünyanın sonunda devleti teslim edecek son hükümdar temaları, bilhassa yaşlılık dönemlerinde hayli öne çıkmış gibidir.

Kitabınızda hilâfet meselesinden başka konular da var. Mesela Lale Devri. Bu tanımlama ne kadar doğru?
Lale Devri, o dönem değil sonradan ortaya atılmış bir tanımlamadır. Bu adlandırmanın ilk defa, tarihi sevdiren adam olarak bilinen Ahmet Refik tarafından ortaya atıldığı veya teceddüd devrini nitelemek üzere kullanıldığı biliniyor. Burada en önemli mesele yenilikçilik çerçevesinde bir takım belirtileri olsa da amacı itibarıyla böyle bir vasıf taşımayan bu dönemin ilerlemeci tarihçilik algısı içinde “batılılaşmanın” başlangıcı şeklinde yüceltilmesi keyfiyetidir. Evet, 1718-1730 yıllarını içine alan bu dönemde Batı’dakine benzer teşebbüslerin açık izlerini görüyoruz ama bunları Batıyı taklit ve onlar gibi olma hevesinden çok kendi iç dinamiklerine dayalı bir ihtiyacın yansıması olarak mütalaa etme görüşüne mütemayilim. Böyle anlaşıldığında da Lale Devri nitelemesine döneminde geçmediği gerekçesiyle karşı çıkmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Bunun mahiyetinin yeniden tespitle ne olduğunun anlatılması için kavram olarak belirttiğim çerçevede kullanılmasında bir beis yoktur kanaatindeyim.
Osmanlıların “Rus tanımlaması”ndan da bahsediyorsunuz. Klasik Osmanlı devrinde Rus imajı neydi?

Rus tanımlamasının bizzat kendisinin hayli tartışmalı olduğunu öncelikle vurgulamak isterim. Rus kimdir ve hangi milleti ifade etmek için kullanılmıştır gibi tarihe dayalı suâllerin modern tarihçilerce mensubiyet bağları içinde bir cevabı her zaman vardır. Bununla beraber dönemin Osmanlı kaynaklarında ‘Rus’ deyince neyi ve kimleri anlıyoruz meselesi, bir ölçüde Rus kavramına farklı bir bakış açısı sunacaktır diye düşünüyorum. Yazımın amacı da budur. Rus ve Moskov/f terimlerinin bazen özenli şekilde ayırt edici durumuna dikkat edildiği ve belli bir tarihten sonra bunların birbiriyle aynileştiği dikkati çekiyor. Osmanlı kaynakları ilkin Rus kavramını geniş bir coğrafyaya mâl ederek kullanmışken Moskov/Moskovlu terimini ileride büyük bir imparatorluğa dönüşecek olan Moskova Knezliği/Prensliği için kullanmayı tercih etmişlerdir.

Eserinizin son bölümü “tarihler ve tarihçilere” ayrılmış. En bilinen ve merak edilen ismi soralım. Halil İnalcık hakkında nasıl ve niçin bir değerlendirme yaptınız?

İnalcık Hoca herkesin mutabık olduğu üzere modern Türk tarihçiliğinin önde gelen simaları arasında bütün dünyada tanınırlık itibarıyla başta gelen bir isimdir. Bu kerameti kendinden veya “çevresinin abartmasından” menkul bir özellik taşımaz, tam tersi yeni çözümlemeleri, ortaya koyduğu veriler, bakış açısı ve entelektüel birikimi ile açık şekilde kendisini dünyada kabul ettirmiştir. Ben bu yazımda hocanın klasik tarihçilik çerçevesinde siyasî tarihe olan yönelimi konusunu ele alarak değerlendirmelerde bulunmaya çalıştım. Bilindiği gibi İnalcık hoca çok velut ve siyaset, ekonomi, sosyal hayat, bürokrasi vs. gibi klasik dönem dediğimiz devre ait birçok araştırmaya imza atmıştır. Bunların tamamının değerlendirmesini yapmak haliyle mümkün değildir. Bu açıdan onun siyasî tarihe bakışı ve Osmanlı tarihini genel dünya tarihi içinde nasıl konumlandırdığı meselesini ilgili yazımda ele almayı tercih ettim.

Benzer konular