Türk mûsîkisinin zirvesi

hiç şüphesiz ki Kâni Karaca’dır. Yakın tarihimizin bu muazzam isminin aslında çok acıklı bir bebekliği var. 1930 yılında Adana’nın Adalı Köyü’nde doğan Karaca, üç aylık iken annesinin tarlaya gittiği gün kıskanç anne tarafından gözüne kezzap atılarak kör edilmiş. Ardından babası vefat etmiş ve annesi yeniden evlenebilmek için henüz iki yaşındayken bebek Kâni’yi toprağa gömmeye kalkışmış; köylüler tarafından kurtarılarak halasının himâyesine verilmiş. Yıllar sonra annesi hakkında kendisine ne söylemek istediği sorulunca “Allah’a havale ediyorum” demişti bu güzel insan.

Henüz 9 yaşındaydı Kur’an’ı hıfz ettiğinde. Hacı Şefika Hatun Camii’nin imamı Hâfız Abdi Er Hoca’nın musiki bilgisiyle kıraatini geliştiren Kâni Hoca birçok makamı da kendisinden geçmişti. Kısa zamanda sesinin güzelliği ve makamlara olan kabiliyeti şöhretini İstanbul’a kadar yaydı.

Adana eşrafından bazı kimseler hemen kendisini İstanbul’a getirdiler. Karaköy’deki Yeraltı Camii imam ve hatibi Hâfız Üsküdarlı Ali Efendi’den İstanbul’a has en güzel okuyuş tavrı olan ve “Üsküdar ağzı” denilen üslûbu meşk etti. Kıraat ve tecvid kaidelerinin inceliklerini öğrendikten sonra Ali Efendi, Hâfız Kemal Batanay, Sadettin Heper ve Bayındırlı Mustafa Efendi gibi üstatların önünde aşere ve takrîb imtihanı vererek icâzet aldı. Müthiş bir hâfıza ve kabiliyete mâlik olan Kâni Karaca devrin meşhur bestekârı Sadettin Kaynak ile tanıştırıldı. Kaynak kendisindeki cevheri görüp hemen Sıraselviler’deki evinde meşklere dâhil etti. Burada Türk musikisinin nazarî bilgilerini, makam inceliklerini ve formlarını kendisine öğretti.

Muazzam tavrı meşhur kudümzen Sadettin Heper’in talebeliğiyle daha da gelişti ve kendisiyle meşklerde kudüm vurmayı öğrendi. Hz. Mevlânâ (ks) ihtifâllerindeki eşi benzeri bulunmaz okuyuşuyla yüzlerce perdeyi hançerisinde harmanlayan Karaca, Itrî’nin meşhur rast makamındaki Na’t-ı Mevlânâsı’nı günümüze en güzel tavırla taşımıştır.

İstanbul Radyosu’nda Mesut Cemil Bey’in tavassuttuyla Türk müziğindeki icraı en zor eserleri müthiş bir vukufiyetle okudu. Gözlerinin âmâ oluşu, bana dikkatini doğrudan seslere vermesi gibi bir ihsânın Cenab-ı Hakk tarafından bahşedildiğini düşündürüyor. Yüzlerce takım, onlarca âyin-i şerifi, mevlid, gazel, kasideyi hâfızasından irticalen okuyabilen Hâfız Kâni Karaca hakikaten kâbına erilemez bir çizgi çekmiştir musiki hayatımıza. Onun perdelere hâkimiyetini udda virtiöz diyebileceğimiz Cinuçen Tanrıkorur ile yaptığı atışmalardaki meşkini dinleyenler çok rahat anlayacaktır. Türk musikisinin zenginliğini teşkil eden koma sesleri, nasıl ustalıkla kullandığını hâlâ hayranlıkla dinliyorum. Kendisini rahmetle anarken, günümüz Abdüssamed taklitçisi hâfızların kulaklarının çınlamasını temenni ederiz.

Makbul tarihin tutsakları

Sanatçı ve tarihçi Naeem Mohaiemen’in enstalasyon, yazı ve filmlerden oluşan bu kapsamlı sergisi, Bangladeş’in müstemleke sonrası çatışmalı tarihi üzerinden ‘üçüncü dünya enternasyonalizmi’ni ele alıyor. Mohaiemen’in kültür müesseselerini “ulus ötesi bir tarih” kitabının sayfaları gibi tasvir etme fikrine dayanan “Makbul Tarihin Tutsakları”, Bengalce’de “makbul tarih” mânâsına gelen “shothik itihash” ıstılahından adını alır. Sanatçı, kayıp bir film kutusu, yanlış konumlanan bir adam, sansürlenmiş bir belge gibi ilgisiz görünen birtakım detayları birbirine örerek geleceğe umutlu ve siyaseten ihtiyatlı bir bakışla içtimaî kayıp ve hüsran hikâyelerini anlatır. Bu yolla izleyiciyi, hikâyelerdeki karakterlerin devlet kontrolündeki tarih yazımının idârecileri mi, yoksa esirleri mi olduğunu muhakemeye çağırır. İstiklâl Caddesi’nin 136 numaralı binasının üçüncü katında teşhir edilen sergi,  Salı ve Cumartesi günleri 12.00-20.00, Pazar günü 12.00-18.00 saatleri arasında açık olup; her ayın son perşembe akşamı 22.00’a kadar da ziyaretçilerini beklemektedir.

Minyatürlerle Mekteb-i Tıbbiye

Ortaçağ Avrupası’nda hazırlanan el yazmalarının bölüm başlarında metnin ilk harfinin etrafına kızıl-turuncu minium ile (sülüğen, sülyen, kırmızı kurşun tozu) yapılan “miniatura” adlı tezhip mânâsındaki kelimeden gelen minyatür, “sülüğenle boyanmış” demektir. Zamanla minor (küçük) kelimesinin tesirinde kalarak “küçük (resim)” mânâsını kazanmıştır. İslâm sanatında minyatüre “tasvir”, minyatür sanatçısına “musavvir” veya “nakkaş” adı verilmiştir ve başta İran olmak üzere İlhanlı, Selçuklu ve Osmanlılarda çokça kullanılmıştır. Âlem Dönüyor- Minyatürlerle Mevlevihaneler sergisiyle Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü’nü ve 2006 yılında da Geleneksel Sanatlar Dalında Yılın Sanatçısı Ödülü’nü alan Ülker Erke, bu kültür mirasını canlandırmak adına kollarını sıvamış. İmparatorluk zamanındaki Mekteb-i Tıbbiye’yi tasvir eden nakkaşın sergisi 14 Nisan’a kadar Zeytinburnu Belediyesi Kazlıçeşme Sanat Galerisi’nde teşhir ediliyor.

Şehid-i muazzezin kabri başında

Vefatının 97. sene-i devriyesinde şaibeli bir şekilde şehit edilen Ali Şükrü Bey mezarı başında yâd edildi. Trabzon Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen merâsimde Kur’an-ı Kerim okunup dualar edildi. Ali Şükrü Bey’in haksız yere öldürüldüğünü düşünen sevenleri Boztepe’deki kabri başına koştular. Birinci Meclis’in hararetli muhalifinin “müddei tarih ve vatandır” sözlerinin tahakkuk edeceği günler, bu nevî şuurlanmalar sonunda husule gelecek gibi.

Benzer konular