Hâlihazırda yaşadığımız salgın hastalık sebebiyle temizlik konusu gündeme oturdu. Oysa zaten Müslüman olanın ve bizim gibi imparatorluk vârisi olanların ilave bir şey yapmasına gerek yoktu. Suyu her zaman merkeze alan bir medeniyet olarak dünyanın dört bir yanını hamam, çeşme ve selsebillerle donatmıştık.
Su, hayatın kaynağı ve varlığın dört temel unsurundan biri olarak kabul edilmiştir. Medeniyetlerin ve ilk şehirlerin hep su kaynakları yanında kurulduğu bilinmektedir. Tarihî süreklilik itibariyle su, hayatımızın içerisine o kadar girmiştir ki, bize su getirene hâlâ “su gibi aziz ol” deriz; edebiyatımızda da tâbir olarak “âb-ı hayat”, “âb-ı kevser” kullanmaya devam ederiz.
Kültürümüzde suyun bu kadar ehemmiyetli olması hiç şüphesiz İslamiyet’ten kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber’in (sav) “Sadaka’nın en faziletlisi su teminidir” hadisi bir düstur olmuştur âdeta ümmete. Bir Peygamber âşığı olan Osmanlılar da hayatın her köşesine suyu yerleştirmiş ve estetik anlayışıyla zarif çeşmeler inşa etmiştir. Bu sebepten su kültürümüzün mühim kısımlarından birisini çeşmeler ve onun kitabelerinin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Farsçada göz mânâsına gelen “çeşm” kelimesinden türetilmiş olan çeşme, Türklerle sembolleşmiştir desek abartmayız. İstanbul sur içerisinde tespit edilebilen en eski çeşme olan Davut Paşa çeşmesinden itibaren sayısı katlana katlana artan yapılar, “iç mekân” ve “dış mekân” çeşmeleri olarak iki kısma ayrılır. İç mekân çeşmeleri daha çok duvara yapışık, küçük ve aynalı olurken; dış mekân çeşmeleri bir yapıya bitişik ve irtibatlıdır.
Osmanlı çeşmeleri arasında günümüzde pek kullanılmayan bir diğer tür de şadırvan çeşmeleridir. Abdest almak için kullanılan şadırvanlardan farklı olarak bu çeşmelere ismini halk vermiştir. Bu çeşmelerde su, ortasında lüleli bir taş olan havuza akar ve halk suyu havuzdan alırdı. Bu tarz çeşmeler İstanbul ve Anadolu’da bulunmamakta fakat Rumeli’de sıkça rastlanmaktaydı. Günümüzde de örnekleri Avrupa ülkelerinde bulunmaktadır.
Türk sanatında zengin bezemelerle yüzeylerin kaplanması suretinde yeni bir üslûbun doğduğu Lâle Devri’nde (1718-1730) çeşmeler daha zarif ve zengin şekiller almıştır. Cepheler genellikle mermer kaplanarak kemerlere değişik biçimler verilmiş, bazılarında yüzeylere de çiçek ve meyveler esas olmak üzere çok zengin kabartmalar işlenmiştir. Sultan 3. Ahmed’in Kâğıthane’de eski Sâdâbâd Kasrı önündeki çeşmesi (1135/1722-23), Fatih’te Orta Cami yanında Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa (1143/1730) ve Eminönü’nde Yenicami hazîresi duvarında 3. Ahmed’in kızı Hatice Sultan (1151/1738-39) çeşmeleri bu dönemin sanat zevkini aksettiren örneklerdir (Semavi Eyice,
“Çeşme”, DİA).
Bu güzel miras maalesef bugün aslî fonksiyonunda çok kullanılmıyor. Birçok çeşme ve sebil büfe olarak kullanılırken, pek çoğunun suyu akmıyor. Âtıl durumda olanların çoğunun üzerine ne idüğü belirsiz yazılar yazılıp vandallığa maruz bırakılıyor. Şimdi o çeşmelerin suyuna muhtaç insanoğlu…
DEV TESTİYE RESTORE
Türkiye’nin önemli turizm bölgelerinden Kapadokya’nın merkezi konumundaki Nevşehir’de bulunan 14 metrelik dev testi, Anadolu’da yaşayan medeniyetleri temsil eden figürlerle süslenerek restore ediliyor. Nevşehir’in el sanatlarıyla meşhur Avanos ilçesine bağlayan kara yolundaki Türkiye’nin en büyük testi heykeli olduğu belirtilen eser, çanak ustaları tarafından yenileniyor.
ÜCRETSİZ ERİŞİM
Birçok kurum ve kuruluş gibi Türkiye Yazarlar Birliği Akademisi de bugünlerde evden çalışılan takipçilerine büyük kolaylık sağladı. TYB Akademi Dil Edebiyat ve Sosyal Bilimler dergisinin ilk on beş sayısını ücretsiz olarak erişime açtı. Böylelikle sayılara online ulaşma yolu açılmış ve bilgiye daha hızlı erişim sağlanmış oldu.
DİZİ EV PROJESİ BİR İLK
TRT1 ekranlarında hafta içi her gün oynayan Seksenler dizisinin de koronavirüs salgını sebebiyle çekimleri iptal edildi. Ancak yapımcı Birol Güven, seyircilerini de düşünerek TRT ile beraber Dünya’da bir ilk olacak dizi ev projesini yapacaklarını duyurdu. Şimdi bütün Seksenler seyircisi dizi ev projesinin nasıl bir netice vereceğini bekliyor.
****
YAZARINA SORDUK
“HER YİĞİDİN BİR YOĞURT YEYİŞ TARZI VARDIR”
Tasavvuf çalışmalarında akla ilk gelen isimlerden olan Prof. Dr. Mustafa Kara ile Dergâh Yayınevi’nden çıkan Anadolu’nun Üç Ermişi: Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî ve Niyazî-i Mısrî kitabı üzerine konuştuk…
Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî ve Niyazî-i Mısrî… Üçünün tek kitapta toplanmasının bir sebebi var mı?
Tek sebebi kader. Elli yıldan beri tasavvuf tarihi ve bu tarihin mimarları üzerinde çalıştığımız için “yolun sonu”nun görüldüğü bugünlerde farklı yayınevlerinde, kisve-i tab’a bürünen eserlerimin hepsini Dergâh Yayınları’nda toplama fikri doğdu. Bence bu üç eser ayrı ayrı da olabilirdi. Zaten Eşrefoğlu Rumî ile Niyazî-i Mısrî çeyrek yüzyıl önce yayınlanmıştı. Matbuat müsteşarım İsmail Kara bir arada olmasını tercih etti ve kitabın adını da koydu. Bize krolonojik sıralamayı gözden geçirme düştü. Hepsi bu.
Yunus Emre’nin Türkçesi ile ilgili bir başlık açmışsınız. İnsanlar Yunus’u çok anlıyor gibi davranıyorlar. Yunus’u anlamak için Türkçesinin sadeliği kâfi midir?
Yunus bir muamma. Öyle şiirleri var ki hiç bu kültürle ilgisi olmayan insanlar da rahat anlarlar. Öyle şiirleri var ki -tevazu için söylemiyorum- ben de anlamıyorum: Demir leblebi… Ama onları da anlayanlar, onlardan zevk alanlar da vardır. Bu durum belki de kâmil insanların herkese hitap edebilme kabiliyetiyle ilgili bir husustur. Çünkü onlar insanoğlunun Peygamberlerden sonraki mürşidleri. Sekiz milyarın mürşididir onlar… Onların kapıları herkese açık olduğu gibi yazdıkları ve konuştukları da herkese bir şeyler söyleyebilmeli. Daha da önemlisi her asra hitap edebilmeli… Bir kitabın sekiz yüz seneden beri okunması üzerinde düşünmek gerek.
Herkesin bir Yunus’u var kitabınıza göre. Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç… Bu farklı Yunus algılarını neye bağlıyorsunuz?
Büyüklerin kalplere girebilme kabiliyeti vardır. Gönülleri fethetme yetenekleri… Dolayısıyla büyük şair ve düşünürlerin “büyük”lere ihtiyacı vardır. Çünkü maya onlarda… Gönül kozasını örebilmek için onların rehberliklerine ihtiyaç vardır. Onun için bütün büyükler “taklit” ile yola girerler, zamanla kendi yolunu ve kendi sesini bulurlar. Herkesin bir Taptuk’u herkesin bir Şems’i vardır. Evet, bazen de boynuz kulağı geçer. Bu geçiş insanlık için yeni ve taze bir nimettir, o kişi için ise zorlu bir imtihan; ego imtihanı…
Eşrefoğlu Rumî’nin fikirlerini anlatırken sufî-mutasavvıf ayrımından bahsediyorsunuz? Nedir aradaki fark?
Kelimeler arasında nüanslar olabilir fakat bu iki kelimeyi tasavvuf tarihçileri genellikle eş anlamlı olarak kullanırlar. Fakat Eşrefoğlu Rumî şöyle bir tasnif yapıyor. Allah’a yakın olmak için yola düşenlere mutasavvıf, ipi göğüsleyenlere sufî denir diyor. Bu makamda da “her yiğidin bir yoğurt yeyiş tarzı vardır” deriz. Bir başka sûfî de bunun aksini söyleyebilir. Yalnız bir de “mustasvıf” var. Hucvirî’nin Keşfü’l-Mahcub isimli eserinden öğrendiğimiz. O, sûfîlik taslayan demek. Bu yolun “aktör”leri de her zaman olmuştur. Bugün de vardır.
En tartışmalı isimlerden birisi Niyazi-i Mısrî… Eserleri, tesiri ve sürgünde geçen ömrü. Nedir onu ayıran özellikler?
Temel sebep yaratılış. Her insanın farklı bir yaratılışı ve tabiatı var. Aynı mürşidin yanında aynı şartlarda yetişen insanlara bakıyorsunuz, hepsi ayrı bir âlem. Mürşidi onları yetiştirirken böyle olmaları için özel bir gayret göstermedi. Ama onların neşveleri, meşrebleri farklı. Bunun İslâm tarihindeki en kadim örneği Hz. Peygamber’in (sav) mektebinde yetişen dört Halife’nin idare tarzlarında ortaya çıkan farklı tavırlardır. Niyâzî-i Mısrî tamamen farklı bir sûfî. Doğru bildiğini her hâl ü kârda seslendiren, bu seslendirmenin getireceği sıkıntıları hiç düşünmeyen modern tabirle “muhalif” bir derviştir. Kendisi gibi fikirlerinden dolayı sıkıntı çeken Muhyiddin İbn Arabî’ye hayrandır; Şeyh Bedreddin’e hayrandır. Celalî tecelli ve sıkıntılarla dolu olan hayatını özetleyen ve kâinatta diken ile gülün her zaman içiçe olduğunu terennüm eden beyti ise dünya var oldukça dilden dile dolaşacaktır:
Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar anı
Nerde bir gül açılsa yanında har olur peydâ