Kuşkusuz Michael Haneke yaşayan en büyük üç-beş yönetmenden biri. Yaptığı her yeni işin önemsenmesi gayet makul. Ne ki ortada şöyle bir durum var: Yaratıcı yönetmenler (Ki bilindiği gibi bu isimlerin çoğu Avrupa kökenli. Daha fazla kabul görecek bir tasnifle söyleyelim, ‘Amerikalı olmayan’.) büyük Hollywood şirketlerinin sözleşmeli yönetmenleri gibi her işleri belli bir düzeyi garantilemiş kişiler değil. Çünkü Hollywood’daki gibi, yüz yılı aşkın süredir, binlerce kere denenen ve tespit edilen formüllere sırtlarını dayamayı tercih etmiyorlar. Veya bağımsızlık, zaten bu formülasyondan kendini azade kılmak demek. O yüzden de, zaman zaman sevenlerini hayal kırıklığına uğratma pahasına, düz bir satıh üzerinde emin adımlarla yürümektense zikzaklı, inişli-çıkışlı, gelgitli bir kariyeri sırtlanabiliyorlar. Öte yandan, her yönetmenden, her işinde belli bir yaratıcılık, yenilik veya farklılık beklemek de ne kadar haklı bir beklenti; bu da ayrı mesele.
Mutlu Son’la ilgili izlenimlerimi gereğince aktarabilmem için ilkin yönetmene hızlıca bir göz atmakta yarar var…
Haneke Demek…
Haneke demek, huzursuzluk demek.
Huzuru kaçmış hassas bir zihnin muhataplarına hem huzursuzluğunu aşılama, hem de kendi huzursuzluklarını keşfettirmenin mahareti tescilli yönetmeni.
Avusturya kökenli.
Huzur demişken Tolstoy’u anmamak kabil mi? “Huzur ruhun onursuzluğudur.” Bir de artık pek kullanılmayan, 80’lerin gözde sloganı “Huzur İslâm’da”yı hatırlayalım akabinde.
Ve her filminde arka plânda çalan hep o şarkı: anlattığım senin hikâyen.
Mesele sahibi bir yönetmen Haneke. Bizim gibi moderniteye dışarıdan muhatap kalan bir toplumun içinden gelmediği için, içine doğduğu bu duruma hayran hayran bakmayan, tersine, sorgulayan, hatta sorgulamanın da ötesine geçip düpedüz saldıran bir zihin. Modernite insana ne yaptı? Modern birey niçin kendisine böyle yabancılaştı? Ve yekdiğerine. Modern ve şehirli her insan, niçin huzursuzluğa mahkûm? İşte bu ve benzeri meseleler, rastgele izlenimi veren karakterlerden örülü bir hikâye içerisinde gündeme gelir Haneke filmlerinde.
Aile Komedisinden Trajedi Çıkarmak
Sonuçta da bir başka yönetmenin elinde rahatlıkla, meselâ aile komedisi kıvamında ilerleyebilecek bir film, Haneke el attıktan sonra bir de bakarsınız, kendisini dipsiz bir terk edilmişlik kuyusuna hapsetmiş insanların hem birbirlerini, hem de başkalarını anlayışsızlığa ve ilgisizliğe kurban ettiklerini ayırt edemeyecekleri bir hercümerce hapsolmuş. Ne kadar derinden huzurunuzu kaçırsa da kendinizi izlemekten alamazsınız bu seyirliği. Çünkü bu deneyimin size kattığı bir şey vardır: fark etmek! Hâlinizi, mazinizi ve elbette zamanla istikbalinizi.
Bilindiği gibi insan, yaşarken tasavvur etmekten aciz bir varlık. Şairlerin, sanatçıların farkı da burada değil mi? İçinde bulundukları dönemin, toplumun dışına çıkarak, başta kendilerine, sonra da toplumlarına dışarıdan bakabilmek kudreti…
Kimi sanatkârlar bu kudret vasıtasıyla keşfettiklerini tatlı melodiler eşliğinde bestelere döker ve muhataplarından iltifat devşirmeyi tercih eder; azınlıktaki kimileriyse, iltifatı ve şöhreti elinin tersiyle itip muhataplarının yüzüne ayna tutmayı tercih eder. İçinden geldiği topluma, içlerinde büyütüp azgınlaştırdıkları kendi canavarlarıyla tanıştırır.
Naylon Çiçek Efekti
Sonuçta unutmamamız gereken bir tarihi gerçek var. Olanca hazımsızlığına rağmen Haneke, 1997’de çektiği Funny Games’ini, yani şaheserini, Amerikan seyircisi de anlasın diye 2007’de yeniden çekmeyi kabullenebilecek bir esnekliğe, potansiyel tavize hazır bir isim. Söylemeye gerek yok, ikinci çevrimde, birincisinin zıddına, insana, izlediklerinin bir oyundan ibaret olduğunu unutturan o deha çapındaki zulüm ve mazlum tezadı sorgusunun ancak gölgesini görebilmekteyiz. Evet, naylon çiçek efekti.
İnişler ve çıkışlar demiştik… Yaratıcı sanatçıların kaçınılmaz kaderi. Hele beş yıl önce çektiği Aşk/Amor adlı filminden sonra Mutlu Son, kesin bir yaşlanma alâmeti. Ve yavaşlama. Durulma.
Ne ki galiba bu işin zahiri tarafı. Çünkü Haneke, felsefe tahsilinden sonra psikoloji de okumuş biri. Ve sinemaya eleştirmen kisvesiyle girmiş.
Bitirilemeyen Filmlerin Yönetmeni
O yüzden de Haneke, filmleri sonuna kadar izlenemeyen yönetmenlerin birincisi belki de. Patlamış mısır eşliğinde ve içeceğinizi yudumlayarak tüketemezsiniz herhangi bir Haneke filmini. Kursağınızda kalır keyfiniz.
Fransa, Avusturya ve Almanya ortak yapımlı ve 2017 tarihli Mutlu Son/Happy End, belki de isminin gereği, yönetmenin hazmı kolay filmlerinden biri. Tıpkı 2005 tarihli Saklı/ Cache gibi.
Niçin böyle? Yaşlılık mı? Yaşlanmayla birlikte gelen muhafazakârlaşma ve ölüm korkusunun doğurduğu bir umut ışığı bekleme isteği mi?
Belki. Yoksa bu görüntünün sakladığı başka bir anlam katmanı mı var?
İsabelle Huppert, Jean-Louis Trintignant ve Mathieu Kassovitz’in başrollerini paylaştıkları filmin senaryosu da Haneke’ye ait. Aslında Mutlu Son, Fantine Harduin tarafından canlandırılan Eve adlı henüz 13’ünde küçük bir kızın etrafında gelişiyor. Her ne kadar çekim aşamasında film, göçmen sorunlarına odaklanacak bir yapım şeklinde takdim edilse bile bu sorun, filmin ana izleklerinden biri değil. Elbette haberlerden öğrendiğimiz anlamıyla göçmenliğin.
Filmin ele aldığı göçmenlik, aslında Eve’in kimliğinde temsil edilmekte.
Kendi Evinde Yabancı
Annesinin intihara teşebbüs etmesinin ardından babasının yanına göç emek durumunda kalan Eve, aslında hiç yabancılık çekmemesi gereken bu evde, bir göçmendir âdeta. Babasının acemi ilgisi ve tabii sevgisi, halasının yavan ilgisinin ve onun hayta oğlunun düpedüz ilgisizliğinin, hele hele dedesinin düpedüz dışlamasının doğurduğu boşluğu doldurabilir mi? Eve, alıştığı ortamdan, sıcaklığında rahat ettiği ana kucağından koparılmış, bilmediği bir yabancı ortamda, aralarında kan bağı bulunsa dahi kendisine kısmen yabancı insanların arasında bir yapayalnızdır. Bir göçmen kadar yalnız. Yalnız, yabancı, korunmasız, sevgisiz ve kimsesiz. O yüzden o da tıpkı annesi gibi intiharı seçer. Başarısız bir intihardır bu, bereket.
Kendisini gizlemeyi tercih eden bu temel hikâye etrafında, Haneke’nin o bildik modern, yalnız, çaresiz, merhametsiz, sevgisiz, iletişimsiz karakterleri… Duygularını bastırmayı öğrenmiş ama dışavurmanın yollarını tıkamış, dolayısıyla kendi kendisini mutsuzluk zindanına hapsetmiş, çocukken göremediği sevgiyi nasıl göstereceğini öğrenememiş hasta ruhlar klanı…
Tıpkı çağdaş Avrupa insanı gibi.
Ve Avrupalılaşmak isteyen.
Demek ki göçmenlik, aslında insanın bir mahkûmiyeti. Bu bakışa göre insanın dünyaya gelişi, göçün başlangıcı. Hepimiz göçmeniz aslında. Dünyaya göçmek üzere gelmiş varlıklarız sonuçta.
Ve göç devam ediyor.
Öte yandan Mutlu Son, biraz dikkatle bakıldığında bile fark edileceği gibi, adının zıddına, dedenin, yani olanca tarihiyle Avrupa’nın, kendisini adım adım intihara sürüklediği bir ihtar borusu.
Göçmen huzursuzluğu…
Bizim kültürümüzdeki, artık unutulmaya yüz tutmuş gurbet fikrini çağrıştırmıyor mu? Dünya insanın gurbeti…
Coleman Hawkins Külliyatı
Edebiyatla sıradan bir okur düzeyinde ilgilenmeyi aşanların bildiği bir ilke vardır: Bir yazarı tanımak demek, asla en çok satan yahut da en iyi eserlerini okumak demek değildir. Bir yazar, ancak külliyatıyla kavranabilir. Düşünürler için de, dahası insan bilimlerinin pirleri için de aynen geçerli bir ilke bu.
Peki ya müzikte?
Hem de nasıl! İster icracı olsun, ister besteci, özellikle ölümü sonrasında bütün çalışmaları yayınlanmış müzisyenler için külliyat şart. Hele sözünü ettiğimiz Coleman Hawkins gibi, adını caz tarihinin en önemli sayfalarına kazımış, 100 civarında albüme imza atmış bir isimse bu hem şart, hem de zor. Özellikle de müzisyen olmayanlar için.
O zaman da koleksiyoncuların pek itibar etmedikleri bir tarz devreye girmek zorunda: Toplamalar!
Coleman Hawkins’in toplam 10 albümden müteşekkil ve Coleman Hawkins 10 CD Set adıyla piyasada bulunabilecek bu derleme, saksafoncunun bütün müzikal kariyerinin belli başlı ayaklarını kapsamakta.
Cazda Saksafonun Piri
Önemli de. Şunun için: Hawkins hem klâsik cazın, hem ana akım cazın, hem bebop’un, hem swing’in, hem de cazın içindeki mühim ana alt akımlardan big band’in, aynı ânda temsilciliğini üstlenmiş nadir bir isim.
“Caz tarihinin en büyük üç saksafoncusu hangileri?” sorusunu cevaplayan bir cazsever, Hawkins’in adını ihmal ederse ona hoş gözle bakılmaz. Çünkü ne de olsa caz tarihçilerinin çoğunun “caz saksafonunun babası” saydıkları bir isim söz konusu. Çünkü tenor ve bas saksafonun yanında klarnette de üstad kabul edilen biri.
Çok genç yaşta, henüz 10 yaşındayken müziğe ve 16 yaşındayken profesyonel kariyerine başlayan Hawkins, o dönemdeki zenci cazcıların çoğu gibi alaylı olmayan biri. Washburn Koleji’ndeki armoni ve kompozisyon dersleri aldığı yıllarda, üflemenin dışında piyano, viyolonsel ve çello da çalıştı. Büyüklü küçüklü birçok grupla çalan Hawkins, yaklaşık on yıl süreyle Fletcher Henderson Orkestrası’nda çaldı.
Akorların değişimine getirdiği yenilikle müzik tarihine geçen Hawkins’in en ünlü parçaları, tabii bu arada “Body&Soul”, “Night and Day”, “Angel Face”, “My Blue Heaven” gibi hitler de bu toplamanın mündericatında.
Derinden Gelen Bir Nefes
Bir icracının hakiki çap ve ebadı, eşlik sırasında değil de solo atmalarında görülür. Hawkins’in sololarının ihtişamını en “damardan” veren parçalardan biri niteliğindeki “Body&Soul”, başka bir açıdan da tarihi bir öneme sahiptir. Hawkins’ten önce saksafon, orkestrada ritim boşluğunu dolduran bir aletti. Onun çalışıyla birlikte saksafon bir vodvil enstrümanı olmaktan çıkmış, deyim yerindeyse kendi solo kariyerine başlamıştır. İşte bu kariyerde “Body&Soul”ün yeri büyük…
John Coltraine ve Sonny Rollins gibi iki deve de ilham kaynaklığı etmiş Hawkins’in toplam 196 parçasının, başka bir ifadeyle cazın en önemli kaynaklarından birinin hazinesi sayacağımız TIM adlı şirketin yayınladığı bu toplama, bir bakıma diskoteğinizin zenginleşmesi için de bir fırsat.
4 CD’den müteşekkil Coleman Hawkins (1945-1957) adlı toplama da farklı bir seçenek olarak öne çıkmakta.