Geçen hafta bazı büyük Avrupalı yazarları çoğun Türk okurunun niçin anlamadığı, daha iyi bir ihtimalle ise niçin yanlış anladığı meselesini gündeme getirmiştik. Bu bağlamda da sorunun aslında edebiyatla sınırlı kalmadığını, bazı sanat türlerini ve anlayışlarını da kapsadığını eklemiştik. Ardından da anlaşılmakta sıkıntı yaşanan hem edebiyat, hem de sanat ürünlerindeki ortak paydayı işaret etmiştik: modernite. Bunun aslında şikâyetle geçiştirilecek bir durumdan öte çarpıcı ayrıntılar barındırdığını ve temel sebebinin, tarih boyunca içinde bulunduğumuz kültür havzası ile son 300 yıldır içine girmeye çalışır gibi yaptığımız kültür havzalarının ilkece birbirine aykırılığına dayandığını vurgulamıştık. Elbette edebiyattan ve sanattan örneklerle.
Meselenin daha iyi kavranabilmesine merkezi nitelikte katkı sağlayacak bir başka duruma göz atalım şimdi de: Türk Edebiyatı tarihçilerinin hemfikir oldukları nadir konulardan biri, romanın Türkiye’ye girerkenki macerasıdır.
İlk romanlarımız nasıldı?
İlk romancımız kimdi meselesini tartışmaya devam ediyoruz. Ama ilk romanlarımızın evsafı hakkında bir ağız birliği edildiğini görürsünüz. Bu ortak anlayışa göre Recaizade Mahmut Ekrem’den Namık Kemal’e, Samipaşazade Sezai’den Nabizade Nâzım’a kadar ilk romancılarımızın hemen hemen hepsindeki roman anlayışı, aynı dönemde Avrupa’da kaleme alınanlardan aşağı kalmanın ötesinde, roman sıfatını hakketmekten uzak metinlerdir.
Konuyla ilgili akademik tezlerde uzun uzun bu iddianın gerekçelendirilmelerini görürsünüz. Bu dönem romanları, romandan çok, bir çeşit mesnevi ile halk hikâyesi karışımı ürünlerdir. Belki destan türünden kimi izleri de ekleyebiliriz bu zayıf karışıma.
Şu sorunun sorulduğuna pek rastlamazsınız ama: İyi de, ilk dönem Türk romanlarının Avrupa’daki emsallerinden, (Haydi aynı ifadeyi kullanalım.) ‘aşağı’ kalmaları niçin bir eksiklik sayılsın? Tersine, bu durumu eksiklikten başka bir biçimde açıklayamaz mıyız?
Yani bu durum, başka müspet hususiyetlerden neş’et eden bir vasıf sayılamaz mı?
Osmanlı Avrupa’dan ne kadar geriydi?
Bu konuya hazırlık mahiyetinde ilkin şu soruyu açalım: Tanzimat intelijansiyası felsefe ve bilim konularındaki yeni gelişmeleri takipte yahut anlamakta, romandakine benzer bir sorun yaşıyor muydu? Bu iki alanda bir eksik yahut yanlış anlamadan bahsedebilir miyiz?
Ülkemizdeki mevcut sınırlı Bilim Tarihi çalışmaları doğrultusunda bile bu soruya artık koca bir “Hayır!” demek durumundayız. 200-250 yıl önce Avrupa ve Amerika’daki bilim ve felsefe çalışmaları, bugünküyle karşılaştırılamayacak bir hızda, en geç 10 sene sonra ülkemize aktarılıyordu; kimileyin çeviri, kimileyin özet biçiminde. Bu alanlarda yazılan metinlerde en yeni bilgilerden hem haberdar olunduğu, hem de bu bilgilerin eksiksiz ve doğru anlaşıldığı aşikâr.
Öyleyse Osmanlı’da Avrupalılaşma’nın pik konumu Tanzimat Dönemi’nde felsefe ve bilim alanlarında, hatta farklı sanat dallarında anlama ve dahi uygulama aşamalarında bir sorun yaşanmadığı hâlde özellikle romanın anlaşılmasında ve üretiminde niçin sorun yaşansın?
Kişiliğin mi var, derdin var
Artık tespitimizi ifadenin vakti geldi: Tanzimat Dönemi Türk romanının, aynı dönemin Avrupa romanıyla karşılaştırıldığında daha farklı özellikler göstermesinin, edebiyat tarihçilerimizin tercih ettiği sıfatla daha aşağıda seyretmesinin sebebi romanı anlamaktaki sorunlardan değil, toplumda hakim kültürden kaynaklanmaktadır. Çünkü bir insanın (Siz buna belli kaydı şartla toplumu da ekleyebilirsiniz.) yeniliklere bütünüyle açık olması, kayıtsız-şartsız kabule hazır olması demek, aslında o insanın kişiliğinde ciddi sorunlar var demektir. Her sağlıklı toplum, her kişilikli birey, (Burada gençleri, kişiliklerinin henüz oturup oturmamasına bağlı olarak bir miktar parantez dışında tutmak akla gelebilir.) dışarıdan gelen ‘yeni’ karşısında bir dönem temkinli davranmayı tercih eder. Belli bir makul sürenin geçmesinin ardından da belli kayıtlarla ‘yeni’yi bünyesine almaya, zamanla özümsemeye başlar.
Kimileyin bunu takip eden aşama, o ‘yeni’den başka bir yeni inşa etmek şeklinde cereyan eder. Bu son aşamanın vukuu için ise o toplumun kendine özgü bir kişiliği, kültürü, dünya görüşünü yüzyıllar boyunca geliştirmiş bulunması şart.
Osmanlı, tarihte eşine zor rastlanır bir toplum yapısına sahipti. Yetmişiki buçuk milletten, birçok dinden, inançtan, mezhepten mürekkepti. İlginçtir, tümünün ittifak edeceği bir biçimde bir ortak paydası vardı. Bu bilgiyi yedeğimize alarak vurgulayalım:
Bir bireysel kimliğe, geniş anlamıyla da bir toplumsal kimliğe sahip bir kültür havzasına yabancı (Ki biz buna edebiyat-sanatta çoğun ‘yeni’ demekteyiz.) bir öğe bu bünyeye girdiğinde, sağlıklı bir tepki verilir ve ilkin o yeni öğenin, kendi kültür havzasında yeralan hangi öğeye, ne oranda benzediğine bakılır. Ve böyle bir benzerlik kurulduktan sonra ancak o yeni kısmen veya tamamen benimsenir.
Sağlıklı beden ‘yeni’yi sevmez
Tanzimat Dönemi’nde bile henüz sağlıklı bir toplum niteliğindeki Osmanlı’nın, kendisi için yeni bir edebi ifade durumundaki romanı, ilkin kendi kültürü içerisindeki bir öğeyle, mesnevi+halk hikâyesi+destanla karışık bir biçimde anlaması ve öyle de üretmesi, herşeyden çok o toplumun sıhhiliğiyle ve tabiiliğiyle açıklanabilir. Anlayışsızlığıyla, yanlış veya eksik anlamasıyla yahut beceriksizliğiyle değil. Her yeni, her sağlıklı toplum için bilkuvve tehlikedir çünkü. Elbette birey için de.
Demek ki kişilik, insanı en çok yozlaşmaktan korur. Ve yozlaşma, en fazla ‘yeni’ kılığına bürünmeyi tercih eder.
Ne ki modern edebiyat (Ve tabii ki sanat.) eserlerini anlamaktaki zorlanmamız başka, bize tamamen yabancı roman türünün ilk yerli örneklerinin niteliklerinin gerekçeleri başka etmenlere dayanmakta. Bu tespitten hareket ederek bir adım daha atarak tam tersini söylemek durumundayız: Artık kişilik anlayışımız çelik spatulayla kazınageldiği için modern eserler bizde bir yankı uyandıramıyor. Malûm, yankı dediğimiz olayda ses, en başta çarpacağı bir yapıya, bir kütleye rastlamak zorunda. Çarpacak bir şey yoksa yankıdan da sözedemeyiz.
Yeniden ‘yeni’ meselesi
Demek ki Avrupai manâda ilk yetkin romancımız Halit Ziya’nın bu minvalde apayrı bir yeri var. Halit Ziya’nın bu başarısı, başka bir düzlemden baktığımızda aslında toplum açısından mevcut kimliğimizin iflâsının ilânından başka bir şey değil. Demin andığımız o mesnevi anlayışından, o halk hikâyesi duyarlılığından ve o destani tavırdan söz edemeyeceğimiz dönemin habercisi niteliğinde aynı zamanda o emsalsiz başarı.
Her yeni yazar, eserine kattığı özgün öğelerle veya özgün ifadesiyle edebiyat denilen bu uçsuz bucaksız kuyunun dibini resmetme umudunu canlı tutar. Peki “Nedir edebiyatın bu uçsuz bucaksız kuyusu?” derseniz cevabımı hazır tutmaktayım: Günyüzüne çıkmayı bekleyen, her dönem ve her evrede kendince kıvrım değiştiren insan ruhunun engin esrarı…
İşte Türk Edebiyatı’ndaki bu sorunun başka bir boyutuna daha yakınlaştık böylelikle. Bizde şükür, edebiyatçının, üstelik öyle-böyle değil, soy edebiyatçının nesli kurumuş değil. Bir Peyami Safa, bir Sabahattin Ali; dahası, iç çelişkilerinin kurbanlığını ustalıkla örtmeyi becermiş bir Tanpınar, bizi rahatlıkla dünya çapında temsil hakkı saklı edebiyatçılarımız.
Eskileri unuttum mu? Cumhuriyetin bütün dayatmalarına karşın, hayır! Halit Ziya, Shakespeare İngiliz Edebiyatı için nasıl bir değer taşıyorsa bizim için o kıratta. Dil üstadlığı ve yaratıcılıkta emsal tanımayan Necip Fazıl ve elbette Oğuz Atay ile Adalet Ağaoğlu.
Bizim sorunumuz, adını ister eleştirmen koyalım, isterse edebiyat kuramcısı, farketmez; edebiyat düşünürümüzün eksikliği.
“Kimdir bu edebiyat adamı? Ne iş yapar? Ne diye bunca büyük bir önemi yüklenmekte?” derseniz şu: Demin sözünü ettiğimiz o kuyu vardı ya, edebiyat düşünürü, işte o kuyuya, el fenerini veya projektörünü tutan kişi. Bu ışık çakan nesnenin adı da belli: kuramsal birikim!
‘Yeni’yi anlamak ve anlatmak
Şimdi konunun, ülkemizde en çok ihmal edilen yönüne döndük: kültürel birikim. Dilersek şöyle, en yavan ifadesiyle hükme bağlayalım: Modern bir edebiyat metninin anlaşılması için olmazsa olmaz nitelik, modern edebiyat dışındaki modern sanat metinleriyle de birinci elden sıkı-fıkı olabilmek. Sinemasıyla, müziğiyle, tiyatrosuyla, resmiyle, mimarisiyle; dahası heykeliyle, operasıyla ve balesiyle bütün öteki Avrupalı modern sanat formlarını kavrayabilmek… Çünkü Kafka’nın en büyük şarihi John Cage… Çünkü Faulkner’i kavrayabilmek, Klee’yi çözümlemek demek.
Şu da var: Bir şeyi formüle edebilmekle üstesinden gelmek ayrı şeyler. Demek ki her namuslu Türk aydınına düşen, kimlerin kalbini kıracağını hesaba katmadan, moderni anlama bahsinde özetlemeye çalıştığım bu yarayı kaşımak. Ardından da işin gereğini yapmak.
Yeniyi, moderni anlamak için Halit Ziya’nın tercih şartları bizim için geçerli değil artık. Biz, o neslin tercihlerinin sonucunda ortaya çıkan mevcut şartlarda edebiyat/sanat anlayışımızı yenilemekle mükellefiz.