Türk Edebiyatı’nın kadri ihmal edilen yazarlarından biri de Burhan Felek.
Burhan Felek bir fıkra muharriri. Rahat okunan, kişinin kendisini yanında rahat hissettiği bir kalem erbabı. Ve edebiyatçılığı kadar mühim ve meşhur başka bir vechesi de sporculuğu. Gerçi Üsküdar Anadolu Futbol Klübü’nün kurucusu ama futbolun yanında atletizm, olimpiyat ve Balkan Oyunları gibi değişik spor kurum ve kuruluşlarında, etkinliklerinde amir konumunda.
Eğitimi farklı. İstanbul Hukuk’ta okuduktan sonra bir dönem avukatlık yapmış; hukuk müşavirliği ve öğretmenlik de meslekleri arasında. Yorulmadıysanız devam edelim: fotoğrafçı, hakem, senarist, çevirmen ve belki daha niceleri…
Nev’i şahsına münhasır, renkli bir şahsiyet; hakiki bir Osmanlı beyefendisi.
İstanbullu. Orada doğdu; orada öldü.
Matbuat alemine bulaşması spor muhabirliği üzerinden. Tasviri Efkâr’daki bu görevinin ardından, dönemin önemli gazetelerinden Vakit, Millet, Vatan, Milliyet ve Cumhuriyet yazı yazdığı mecralar.
‘Yazarların efendisi’
Dönemdeşlerinde sıklıkla karşılaşmadığımız, okurlarının sihirli bir değer yüklediği bir kalemin sahibi: Mizah yüklü sohbetin lezzeti. O eski İstanbul konaklarının ahşap duvarlarında belki yankısı kalmış, kahve ve dünyaca ünlü Yenice tütünü eşliğinde edilen tadı doyumsuz sohbetlerin yeri doldurulamaz maestrosu. Bu açıdan Ahmet Rasim’in müdavimi.
Aslında koltuğunun altında birden çok karpuz taşıyanlar, ister-istemez birinin hakkını öbürüne yedirirler. Ne ki Burhan Felek, spor adamı olarak da, edebiyatçı olarak da sahalarına hakkını verebilmiş nadirattan. Özellikle pazar günleri yayınlanan Recebin Kahvesi başlıklı yazıları, hususi bir takdirkâr cemiyeti teşkil edecek denli kavi.
Tam manâsıyla bir fıkra muharriri. O dönemler önüne gelen yazar olmadığı için, eli kalem tutanlar da kendi aralarında tasnife tabi. En önemli ayrım muharrir ve müellif farkı. Daha çok yaratıcı yazı türünde eser verenlere müellif, onun dışındakilere ise muharrir denirdi. Bugün köşe yazarı denilen tipe denk gelen o günkü isimlendirme fıkra muharriri.
Burhan Felek yalnızca ülkemizin değil, dünyanın en uzun süre gazetecilikle iştigal etmiş şahsiyeti. O yüzden kendisine şeyhülmuharririn ünvanı veriliyor; en yaşlı yazar manâsında. Yıl 1974. Gençler anlasın diye ‘yazarların efendisi’ mi desek?
Eski İstanbul hikâyeleri
Sayıları onbinleri geçen yazılarının çok azı derlenmiş. İlki 1947 tarihli Felek. Ardından on yıl sonra gelen Vatandaş Efendi. Gezi yazılarını kapsayan ve 1944 tarihini taşıyan Hind Masalları’nın dışında Yaşadığımız Günler ve Nasrettin Hoca adlı iki derleme var ortada. Bir de belki şaheseri sayılması gereken Eski İstanbul Hikâyeleri.
1971’de Ak Yayınları arasından çıkan kitabın içinde hepi topu 45-50 yazı var. Gerçi kitap 70’lerin başında yayınlanıyor ama yazılar 1943-45 arasını kapsıyor. Yani Alman Harbi yılları. Ekmek dışında unlu mamûllerin imâlinin resmen yasaklandığı, karartma günleri ve vesika dönemi. Doğru dürüst giyecek yok, yiyecek yok; olanları da vesika karşılığında alabiliyorsunuz.
Ülke çapında huzur yok, keyif yok. Dört koldan çevirmeye tabi tutulan Türkiye, illâ ki savaşta taraf olsun isteniyor. Bunu fırsat belleyen Milli Şef, halkı her türlü huzurdan mahrum bırakmak için ne gerekiyorsa ardına koymuyor. Ezan bile yasak.
O eski keyifli günler hatıralarda kalmış. Bir de Burhan Felek gibi bazı yazarların yazılarında.
Muhatabını şimdilerdeki gibi ahmak yerine değil, adam yerine koyan, siyasi kanaatlerini dayatmaktansa onunla hâlleşmeye niyetli bu yazılar, okur nezdinde beklenen makesi bulur.
Bu kitap niçin önemli?
Hayat devam etmekte yaşayanlar için. Savaşın getirdiği içkarartıcı hava yetmiyormuş gibi İsmet Paşa’nın “Vur abalıya!” idaresi insanları canından bezdirmiş; herkes nefes alacak bir çare, küçük bir eğlenti peşinde. Burhan Felek imzalı Eski İstanbul Hikâyeleri tam da bu günleri anlatan, o havaya insani bir nefes katmaya sıvanan yazıların toplandığı bir kitap. Dönemin ruhunun birinci elden tanığı. Zaman zaman Burhan Felek’in Beyoğlu eğlencelerine tanıklık edersiniz; zaman zaman vapurla Boğaziçi’ni seyre dalarsınız. Ân gelir, Paris’in kurtuluşuna tanıklık edersiniz. Ân gelir bir tükürük müfettişinin teftişine yancılık edersiniz.
Artık esamisi kalmamış Türkçe’nin o kendine mahsus asaletinin sahici kırıntılarını bünyesinde barındıran, mizahi edayı yedeğine almış gerçekçi hayat hikâyesi parçaları…
Eskilerin sehl-i mümteni dedikleri ve ifade kudretini öne çıkarmayı reddeden bir anlayışla yazılmış cümlelerden müteşekkil fıkralar. Fıkra mecmuasını, yine dönemin ünlü çizerlerinden Altan Erbulak’ın çizgileri bezemekte.
Aradan 70 küsur sene geçtikten sonra, Cumhuriyet İstanbulu’nun en netameli evrelerinden birine, İstanbul Türkçesi’nin artık kıyıda-köşede bile kalmamış tabirleri eşliğinde şahitlik etmek, erbabı için kaçırılmayacak bir hazine.
“Sohbet öldü”nün anlamı
‘Çetleşme’nin, yani gevezeliğin zihni etkinlik sayıldığı bir devirde gençlere sohbetten bahsetmek nice iştir acep? Hem de bir edebiyat nevi kabilinden sohbetten. Denemekte fayda var.
Peşinen söyleyelim. Artık ölü bir tür sohbet. Tıpkı mektup gibi. Ama Lâtince de ölü bir dil. Buna rağmen bilim, felsefe ve sanatın ve hatta dinin Avrupa’daki yegâne istinatgâhı. Sohbet de ölü bir tür belki ama bırakalım batıyı, biz Türkler bu ölünün küllerinden, batıdakinden bambaşka bir nitelikte bir köşe yazısı türü ürettik. Kimilerinin haftanın her mesai günü bir tane üretebildiği ve hatta bazılarınınsa günde iki tane üreti üretiverdiği hâlde hâlâ hızını alamadığı bizdeki köşe yazısı türünün atası sayılsa gerek sohbet türünün.
Sohbet türü niçin öldü? Çünkü sohbet öldü. Artık insanlar elbette konuşmaya devam ediyorlar ama sohbet etmiyorlar. Sohbet konuşmadan farklı bir olgu. Konuşmak, zihinde canlanan meramın anlaşılır bir tarzda muhataba aktarılması demek iken sohbet, o konuşmanın, dinleyen ve anlatan arasında diyalojik bir tarzda yaşanmasına imkân tanıyan, zihnin yanında hissin de bu alışverişe dahil olması, hatta müdahil olması demek. Bir yere gitmek için yola çıkmak ile seyahat etmek için yola revan olmak arasındaki fark gibi. İlkinde gaye hedefe varmaktır; ikincisinde bizzat seyahatin kendisi…
Ancak sohbet edemeyen milletler bu türde de eser veremezler.
Ne ola ki terkip sırrı?
Şeyhülmuharririn.
Gençlere anlatmakta zorlanacağımız tabirlerden. Kelimelerin müstakil anlamlarının da, birararaya geldiklerinde ortaya çıkan terkibin ‘çevirisinin’ de karşılanmakta yetersiz kalmaya mahkûm tabirlerden. Biz her ne kadar ‘yazarların başı, başkanı’ gibi yarım-yamalak bir karşılık bulduğumuzu varsaysak bile tabirin ruhu hâlen ıstırap çekmeye devam eder. Kimbilir, belik de “Ha amca anladım; başyazar demek istedin.” derler.
Tam da bize mahsus bir isimlendirme hâlbuki. Doğu toplumlarını batıdakilerden ayıran hasletlerden biri de isimlendirmedeki tercihler olsa gerek. Niçin gençlere tam manâsıyla anlatamayız? Çünkü bu türden tabirler, kendisini meydana getiren kelimelerin birleşiminden, karışımından, katışımından fazla bir şey barındırır: terkip sırrı!
Mümkünse böyle bellemek gerek.
…
Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet Elele
Dünya görüşleri birbirine taban tabana tezat teşkil etse de Yahya Kemal ile Nâzım Hikmet arasında sanıldığından fazla bir karabet, erbabının malûmu… Yahya Kemal bir dönem Nâzım Hikmet’in annesi ressam Celile Hikmet’e âşık. Hatta Celile Hanım, Yahya Kemal denildiğinde ilk akla gelen Sessiz Gemi şiirinin ilham perisi:
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bu aşkın yüzünden Celile Hanım kocasından boşanmak durumunda kalır.
Aşkın müsebbibi de Nâzım’ın kendisinden başkası değil. Ünlü şair Yahya Kemal, Bahriye Mektebi’nden öğrencisi Nâzım’a Türkçe dersi vermek üzere gittiği Heybeliada’daki evde, evin hanımına gönlünü kaptırır. Bu yanlış ilişki çok geçmeden dillere düşer.
Hatta yeniyetme Nâzım, bir gün Yahya Kemal’in cebine şöyle bir not bırakır:
“Hocam olarak girdiğiniz bu evden babam olarak çıkamazsınız!”
Yahya Kemal’den çok Nâzım’ın annesi Celile Hikmet’i derinden etkileyen bu aşk, kadının Paris’e handiyse kaçmasıyla kesintiye uğrar.
Talebe ile hocanın, hatta baba adayının arası ondan sonra bir daha asla tamamıyle düzelmedi.
İki bilinmeyenli bir denklem
Kalan Müzik, bu iki düşman ve rakip şairin şiirlerinden yapılmış besteleri biraraya getirdi. Albümün adı Yahya Kemal&Nâzım Hikmet, Şiirlerinden Bestelenen Eserler. Albümdeki bütün besteler İsmail Birateş’e ait. Toplam on şarkının yeraldığı albümün solisti Aylin Şengün Taşçı.
Bestelenip seslendirilen şiirler, şairlerin çoktan bilinirliğe kavuşmuş şiirlerinden çok, kenarda-köşede kalmış örneklerin arasından özenle seçilmiş. Albümde Nâzım Hikmet’in ilk dönemdeki şiirleri arasında yeralan ve nedense sonraki imajının gölgesinde kalan Mevlâna, İstanbul’un Fethi’ni anlattığı Sekizyüz Elli Yedi, Tanburi Cemil’in vefatı ile ilgili yazdığı Kürdilihicazkâr Mersiye (Cemil Ölürken) gibi şiirleri yeralıyor.
‘İstanbul şairi’ namıyla maruf Yahya Kemal’in Dağlar dereler adlı pastoral şiiri albümün bir başka sürprizi. Albümde yeralan beklenmedik bir Yahya Kemal şiiri ise Nazar. Nazar şairin pek bilinmeyen, narrativ yönün ağırlık kazandığı şiirlerinden biri.
Başka bir ilginçlik daha: Albümdeki sazlar arasında, Türk miziği sazlarının yanısıra duduk, kaval, zurna ve melodika gibi etnik çalgılar da kullanılmış.
Yalnızca müzikseverlerin değil, edebiyat meraklılarının, hatta İstanbulseverlerin arşivlerinde bulunması gerekli bir albümden sözediyoruz.