Haftanın Kültür Atlası #2

Sen ne şaşkın bakkalımızdın Ahmet abi

Yer isimlerinin nereden geldiği, hem ilgi çekici hem de tartışmalı bir konu olarak zaman zaman gündemimize giriyor. Üsküdar, Beşiktaş, Kadıköy gibi ilçelerden tutun, İstanbul’un köklü mahallelerine, hatta sokaklarına, Anadolu’nun en ücra köylerine uzanan bir yelpazede “bu isim nereden geliyor” araştırmaları, varsayımları ve tartışmaları mevcut.

Adını nereden aldığı en çok merak edilen yerlerden biri de İstanbul’daki Şaşkınbakkal semti. Anadolu Yakası’nın en eski semtlerinden Şaşkınbakkal’a ismini gerçekten “şaşkın bir bakkal” olan Ahmet Koşar vermiş.

Koşar’ın hikâyesi 1932’de, o dönem kıraç toprakların bulunduğu Bağdat Caddesi’nde kiraladığı bahçede sebze-meyve satmasıyla başlıyor. Yerleşim yerlerine çok uzak bir yerde bakkal açan Ahmet ve Mehmet Koşar kardeşler, “Bunlar burada kime ne satacak?”, “Şaşırmış mı bu adamlar, burada iş mi yapılır” yorumlarına neden olmuşlar. Fakat açtıkları dükkân tam da bu sebepten yoğun bir ilgiyle karşılanmış ve “şaşkın bakkal” olarak anılmaya başlanmış.

Ne var ki bölgede zamanla yerleşim artıyor ve “şaşkın bakkal” hem işleri büyütüyor hem de semtin en değerli dükkânlarından biri oluyor.

Bir diğer ilginç ayrıntı da Barış Manço’nun meşhur şarkısı “Ahmet Bey’in Ceketi” ile Ahmet Koşar arasındaki muhtemel ilişki. Torun Volkan Koşar, bu detayın arka planını şöyle anlatıyor:

“Rahmetli Barış Manço Moda’da oturmadan evvel Şaşkınbakkal’da otururmuş. Ahmet Koşar ve Mehmet Koşar çok sevilen sayılan bir esnaf ve çalışkanlıkları çok takdir edilen kişiler. Barış Manço da o zamanlar çok genç. Kafasında bir Ahmet Koşar imajı var ve Ahmet Koşar hiçbir zaman ceketsiz bir yere çıkmaz. İşinde de özel hayatında da hep bir ceketi varmış. Tabii şarkının içinde geçen birçok şey mizansen ama yine de Ahmet Koşar’a ithaf edilmiş ya da Ahmet Koşar örnek alınarak yazılmış bir şarkı.” (TB)

* * *

Yâr bana bir flood

Eskiden kahvehanelerde, meydanlarda bir anlatıcı etrafında toplanıp hikâye bekleyenler ya da günlük gazetede tefrika edilen romanları okuyanlar tarihe karıştı ama internet çağında yeni bir anlatı biçimi ortaya çıktı bile. İngilizcesiyle “flood”, Türkçeye geçmiş haliyleyse “zincir”. Twitter üzerinde yapılıyor ve bir anda on binlere, yüz binlere ulaşabiliyor.

Siyasi atışmaların ve güncel haberlerin adresi Twitter, artık “hikâye zincirleri” ile de anılıyor. Kullanıcılar, anlatmak istedikleri meseleleri bu zincirler sayesinde bir araya getiriyor, okura böyle ulaşıyorlar.

Bu zincirler önceleri belli başlı konular için kullanılıyordu: Haber akışları, yemek tarifleri, ilginç anılar, dava günlükleri… Ancak Lagari Bey ismiyle tanınan kullanıcı gibi, fizikten uzay bilimlerine uzanan ve uzmanlık gerektiren alanlarda zincir yapanlar sayesinde giderek daha popüler ve farklı konular gündeme geldi ve insanların vakıf olmadıkları alanlarda yapılan bu küçük bilgi hikâyeleri hızla yaygınlaştı.

Aynı zamanda bir yazar olan Mehmet Berk Yaltırık gibi, okuruyla sözleşip “Bu gece yeni bir flood geliyor” diye duyuru yapan anlatıcılar da var. Twitter’da bulabileceğiniz hikâye zincirlerinin sınırı yok. Hemen akla gelenler arasında klasik edebiyatın, musikinin inceliklerine ilişkin zincirlere imza atan İdris Mahfi ve hem Osmanlı saray mutfağından dem vuran hem günümüzde susuz kalmış çeşmeleri hatırlatan zincirler hazırlayan Kutsi Akıllı var. Online kütüphaneleri topladığı geniş bir zincir oluşturan İzzet Akyol, kokuların kökeninden, bıyıkların tarihine birçok konuda hikâye hazırlayan Vedat Ozan Koku, eski okulların fotoğrafları arşivleyen Leyla Özge Can… Hepsi Twitter’ın “hikâye defterinde” okunmayı bekliyor. (AÖ)

* * *

Türkler gerilim filmi çekmeyi ne zaman öğrenecek?

İspanya’dan, Güney Kore’den, İskandinavya’dan, hâsılı dünya sinemasından ne zaman tırnak kemirten iyi bir gerilim filmi izlesek hep bu soruyu soruyoruz. Zira dram ve komedi alanında ne kadar iyiysek, korku, gerilim, fantastik türünde bir o kadar geriyiz.

Güncel sayılmazlar ama zihinlerimizde bıraktıkları etkiyle “işte bu” dedirten iki Güney Kore filmi, Salinui Chueok (Memories Of Murder) ve Chugyeogja (The Chaser) bu alandaki zayıflığımızı anlamamız için izlenmesini tavsiye edebileceğimiz iki enfes gerilim örneği.

Salinui Chueok, seri katil filmlerinde kullanılan ne kadar klişe varsa hepsini tersyüz eden bir film. Yönetmen Joon Ho Bong’un gerçek bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı senaryo, karakter dönüşümleri ve katilin aslında kim olduğundan çok onu bulma uğraşı veren polis teşkilatının çalkantılı ruh halini yansıtma yolunu tercih etmesiyle müthiş bir sinema deneyimi yaşatıyor. Filmin ilk yarısında ağır basan komedi öğeleri (dünyanın en gevşek cinayet masası dedektifi ve onun her şeye uçan tekme atan yarım akıllı yardımcısı, Korelilerin fiziksel görünümleriyle inceden dalga geçen diyaloglar vs.) ortalardan itibaren yerini ağır ağır ilerleyen bir merak ve gerilime bırakıyor. Karakterlerin değişen durumla birlikte girdikleri dönüşümün gerçekçiliği harikulade. Siyahı savunanın beyaza, beyazı savunanın siyaha doğru meyletmesi çok iyi anlatılmış. Katil kim mi? Kimin umurunda!

Gerilim

Chugyeogja ise bambaşka tatta bir sinema güzelliği. Filmin birincil amacı, adalet duygusu ve devletin adalet dağıtma yöntemleriyle çetin bir hesaplaşmaya girişmek. Eskinin polisi, şimdinin kadın satıcısı olan kahramanımız, ortadan kaybolan “sermayelerini” bulmak için harekete geçince kendisini oldukça karmaşık bir cinayet davasının içinde bulur. Fakat katili belli bu davanın önemli bir eksiği vardır: Kurbanlar. Katilin hiç uzatmadan, daha baştan seyirciye gösterildiği filmin gerilimi adım adım öyle yükseltiliyor ki kendinizi kurbanların yerine koymuşçasına acı çekmeye başlıyorsunuz. Ve yine yeni yeniden aynı soruyu soruyorsunuz: Türkler gerilim filmi çekmeyi ne zaman öğrenecek? (TB)

* * *

Çek bir imparatorluk şerbeti…

Geleneksel Türk kültürünü korumak, gelecek kuşaklara ulaştırmak ve eğitimlerle kadın istihdamı yaratmak amacıyla faaliyet gösteren İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı Olgunlaşma Enstitüsü’nde Türk mutfağına yönelik çalışmalar da yürütülüyor. Bu kapsamda, 24 Osmanlı şerbetinin tariflerinin yer aldığı, Türkçe ve İngilizce baskısı yapılan “Osmanlı Şerbetleri” kitabı tanıtıldı.

Tanıtımda konuşan Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürü Ali Rıza Altunel, sanat ve estetik değerlerin yanında yiyecek ve içecek kültürünün de kaybolduğunu belirtti. Olgunlaşma Enstitülerinin gayretli çalışmaları sonrasında bu değerlerin kayıt altına alınarak gün yüzüne çıkarıldığını anlatan Altunel, “Sağlıklı neslin yetiştirilmesi açısından, üreticiler açısından da bir karşılık bulur ve burada küçük okul şartlarında ürettiğimiz bu içecekler piyasayı işgal eden boyalı, aromalı ve benzeri tatlandırıcılarla üretimi gerçekleştirilen içeceklerin yerini alır. Sağlıklı nesillere doğru hızlı bir şekilde gençliğimizi çevirmiş oluruz.” ifadelerini kullandı.

* * *

Bırakın kütüphanede uyuyalım!

Yeri geldiğinde dosta düşmana hava atmak için “imparatorlu başkenti” ya da “medeniyetler beşiği” diyoruz ama bugün İstanbul’u yönetenler bazı şeyleri bizden esirgiyor. Örneğin gece yarısı binebileceğiniz bir metro hattı yok. Yatsı namazı kılındıktan sonra içine girip ibadet edebileceğiniz bir cami de yok. Yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri olmasına rağmen İstanbul “uykusu tutmayanlar” için cazip bir şehir değil maalesef.

Metronun olmadığı yerde paranız varsa taksi tutabilir, namaz kılmak için bir ağacın altını ya da caminin beton avlusunu tercih edebilirsiniz elbette. Ama kitaba ulaşmak, çalışmak, araştırma yapmak (ki eski zamanlardan beri bir numaralı uykusuzluk sebebi budur) için ulaşabileceğiniz kütüphane sayısı çok az.

Son günlerde bu yönde olumlu adımlar atılmıyor değil. Ancak nüfusu 20 milyona dayanmış, orta ölçekli bir ülke yoğunluğundaki İstanbul mevzubahis olduğunda hâlâ kötü durumdayız. Bu şehrin gecesini gündüzünü ayrı düşünen idarecilerin, insanların “uykusuz kalma hakkına” saygı göstererek yapacakları düzenlemeleri dört gözle bekliyoruz. (TB)

* * *

Mahalle mahalle İstanbul

İstanbul Üniversitesi (İÜ) İktisat Fakültesi ve İstanbul Kalkınma Ajansı “Mahallem İstanbul” projesine imza attı. Sonuçlara göre, yaşlı nüfusun yoğunlaştığı mahalleler Kadıköy, Caddebostan, Suadiye, Fenerbahçe, Göztepe ve Feneryolu; Esenyurt, Arnavutköy ve Sultanbeyli’yle en genç mahalleler.

İstanbul’da üniversite mezunu oranının en yüksek olduğu mahalleler Ümraniye’de Saray, Beşiktaş’ta Konaklar, Levazım, Levent ve Ataşehir’de Atatürk. Levent, İstanbul’da doktora mezunu en yüksek olan mahallelerin başında geliyor. İstanbul’da okuryazar olmayan nüfusun en yüksek orana sahip olduğu mahalleler ise Şile’den Çelebi ve Geredeli, Beyoğlu’dan Çukur ve Pendik’ten Göçbeyli.

Kültür-Sanata Erişim Endeksi verilerine göre se en kültürlü ilçe, listeye 5 mahallesiyle giren ve tam puanı da alan Beyoğlu. Bu mahalleler sırasıyla Kuloğlu (100), Hüseyinağa (95.6), Şehit Muhtar (95.2), Asmalımescit (80.3) ve Şahkulu (76.5). Ataşehir Atatürk Mahallesi ise 30 puanla listenin sonuncusu. İstanbul’da her 3 kişiden 1’i düşük sosyoekonomik statü seviyesinde yaşıyor. En yüksek sosyoekonomik statü sıralamasında ikinci grupta yer alan 58 mahalle ise nüfusun yüzde 4,9’unu kapsıyor. İstanbul’da yaşayan her 100 kişiden 6’sı sosyoekonomik statü açısından yüksek gruplarda yer alıyor. Proje aynı zamanda bir telefon uygulaması olarak da indirilip kullanılabiliyor.

* * *

Okurun karnı çoktan doydu

Öykü Yapım Çalışmaları ve Rüya Kadar isimli iki öykü kitabıyla edebiyatta kendi janrından söz ettirmeye başlayan Doğukan İşler’le Öykü Yapım Çalışmaları’nın ikinci baskısı vesilesiyle konuştuk.

Öykü Yapım Çalışmaları ikinci baskıyı yaptı. Öykü kitapları roman kadar hızlı okuyucuyla buluşmadığı için ikinci baskı da kıymetli oluyor.

Aradan üç yıl geçtikten sonra geldi ikinci baskı. Daha ilk haftalarda tekrar tekrar kitapları baskı yapan yazarlara göre şanssız, ömrü boyunca ikinci baskı görmeyip sonradan kıymeti teslim edilen (Oğuz Atay mesela) yazarlara göre de şanslı. Hele ki Öykü Yapım Çalışmaları gibi adı bile iddialı, oldukça oyunlu ve deneysel bir kitapsa bu. Kendimi içine katmaya emin olmamakla birlikte, son dönem öykü yazarları ve “yükselen öykü”, kendi okurunu da yetiştirdi. Bu okur, daha ince eleyip sık dokuyan ve roman okuru gibi metne teslim olmayan, tam tersine metne dâhil olan ve gerekirse müdahale bile edebilen, aktif bir okur. Böyle bir okura hitap edebilmek de oldukça zor; çünkü okura rağmen değil, okuru ıskalamadan yazabilmek de yazarın işini zorlaştıran, ama bir o kadar da kalemini sivrilten bir şey.

Eleştiri yazılarınızla başka yazarların unutulan öykülerine de eğiliyorsunuz.

dogukanÇünkü edebiyat sevgisi, yazma aşkı öyle pek de tarif edilebilecek bir şey değil. Bu aşkın karşılıksız kalması, yazarın handiyse elinde fenerle okurunu, muhatabını araması çok acıklı ve bir o kadar da ironik. Günümüz okuruna bu yazarları, bu öyküleri tekrar hatırlatmak, göstermek istedim. Özellikle de tek çıkar yolu yazmak olan, yazmak dışında bir çıkar gözetmeyen yazarları. İnşallah, bu yazılarıma yakında Arka Kapak dergisinde devam edeceğim.

Öykü çoğu yazar için, romanın fragmanı gibi. Sizse, bu türle devam ediyorsunuz.

Üçüncü kitap dosyam bir aksilik olmazsa, 2018’in ilk aylarında okurla buluşacak. Öyküde ısrarcı olduğumu, öncelikle kendime, sonra da okura ispatlamış sayılacağım sanırım artık üçüncü kitabımla. Gerçi, evlenmeden önce eşime, “Öyküyle ciddi düşünüyorum!” demiştim, sonradan kıskanmasın beni diye. Roman yazmak, rüştünü ispatlamak gibi görülebiliyor, ama bence öykü yazmak daha usta işi bir süreç. Çok dar bir alanda, kısa bir zamanda bir hikâyeyi işleyebilmek…

Son yıllarda yazarların hikâyesi gibi görünen anı öyküler çok yaygınlaştı. Bu aynı zamanda “Kurgu değerini yitirdi” eleştirileri de beraberinde getiriyor.

Türkçede ve hatta güncel dünya edebiyatında artık kıymetini yitirmekte olan hatıra, anı, biyografi, otobiyografi türleri, artık kendini “öykü” olarak göstermeye başladı. Edebiyatın bu melez türüne bendeniz, “anıgibiöykügibi” diyorum kısaca. Yazacak hiçbir şeyi olmayan, anlatacak bir hikâyesi olmayan ya da yapacak edebi bir oyunu olmayan yazarların anılarına “öykü” demek zorunda kalıyoruz. Gerçi ve iyi ki, “öykü” diye bize arabesk soslu anılarını yedirmeye çalışan yazarlara okurun da karnı çoktan doydu artık. Zamanında önemli bir boşluğu doldurup, gelecek kuşaklara da taşan kalemi ile Sait Faik dahi,  yapısal olarak “anı/yaşanmışlık” temalarını özenle işlediği öyküleri ile bu yazarların oldukça ötesindedir kanaatimce. (AÖ)

* * *

[Alıntı Defteri]

Istırabın had devresi

Yavrumun basübadelmevti muhakkaktı. Tam dört saat sonra yavrumun güzel sesini duyarak Ulu Tanrı’ya şükrettim. Henüz kloroformun tesiri altında sakindi fakat ıstırap içinde kıvrandığı belli idi. Buna rağmen o ıstırabı bana hissettirmemek için;

“Babacığım üzülme, iyiyim” diyordu.

Uzandım yavrumun terli alnına dudaklarımı koydum. Dudaklarımdan kalbime bir ateş aktı, yavrum yanıyor, inleyerek, “Su, babacığım, su” diyordu.

İşte ıstırabımın en had devresi bu idi, onun her arzusunu yapmak bana bir zevk, bir teselli idi. Ancak bu istediği suyu vermek elimden gelmiyordu. Çünkü doktorlar men etmişlerdi. Tekrar doktora koştum ve yalvardım, “İmkânsız” sözü ile karşılaştım. “İç yaralar açıktır, su ölümüne sebep olur” diyordu. Yavrum ise su diye inliyordu.

Çocuğumun yanına giremez oldum. Onun “Suuu” diye yalvaran sesi ve hele “Babacığım ne olur bir maşrapa su verin de içimin ateşini söndüreyim” diyen sesi yalnız kulaklarımı, duygularımı değil bütün benliğimi eziyor ve eritiyordu.

(Vecihi Hürkuş, “Bir Tayyarecinin Anıları”, Yapı Kredi Yayınları, İkinci Baskı Nisan 2014, Sf: 376)

Benzer konular