Hangimiz düşmedik kara toprağa
Ali Tekintüre’yi, hemen hepimizin hayatına bir şekilde değmiş o unutulmaz şarkıların büyük söz yazarını kaybettik. 15 Aralık Cuma günü, bir süredir pençesinde boğuştuğu hastalığa yenik düşerek aramızdan ayrıldı Tekintüre. Ardında göz kamaştıran bir arabesk külliyatı bırakarak…
1953 Adıyaman Besni doğumlu şair, 15 yaşında yazdığı bir şiirini Ümit Yaşar Oğuzcan’ın gazetedeki köşesine gönderdikten sonra askere gidiyor. Yıl 1974. Şiir Muzaffer Özpınar tarafından bestelenip Emel Sayın tarafından okununca, tüm Türkiye onun sözlerini mırıldanıyor: “Tanrım beni baştan yarat”. 1978’de Gülden Karaböcek’in efsanevi şarkısı Dilek Taşı’nın sözlerini yazıyor. Yine aynı şarkıcıya emanet ettiği Sürünüyorum şiiri dillerde marş oluyor. Sonrası malum. Gencebay’dan Müslüm Baba’ya, Bülent Ersoy’dan İbrahim Tatlıses’e kadar Türkiye’nin en büyük müzik yıldızlarının şarkılarında onun imzasını görüyoruz.
Her kederimize, her hüznümüze muhakkak bir Tekintüre dizesi eşlik etmiştir: “Baharı bekleyen kumrular gibi, sen de beni bekle sakın unutma” ya da “Silsem gözlerimi kurusun diye, bahar seli gibi boşalır gelir” gibi. Ama en çok hangisi iz bıraktı derseniz, adresimiz elbette belli:
Hangimiz düşmedik kara sevdaya
Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi
Hangimiz bir kuytu köşe başında
Bir vefasız için yol gözlemedik mi (TB)
* * *
Okumalık ajandalar devri
Reşad Ekrem Koçu, Afitab Ajandaları’nın sahibi Mehmed Sadık Efendi için şöyle diyor: “Pazarlıktan hoşlanmaz, işyeri de ucuz mallar bulunan bir yer olarak tanınmazdı.” Hatta, “cebi yufka olan” mekteplilerin dükkâna pek uğramadıklarını da not düşmüş. Beyazıt’taki mağazasına güneş anlamına gelen “Afitap” ismini veren Mehmed Sadık Efendi’nin işyeri zaman içinde sattığı “çiçekli nakışlı renk renk kâğıtlar, manzara kartpostallar, türlü boya takımları” ile muadilleri içinde ışıl ışıl parıldar, bunun da ötesinde dolmakalem gibi pek çok ürünü İstanbul’a ilk getiren isim olarak da bilinirmiş. O günlerden bu güne Ece Ajandaları kaldı. Yılbaşında alınan, bütün harcamaların, notların, önemli meselelerin not edildiği o ajandalar, yıllarca hayatımızın demirbaşları arasındaydı.
80’lerle beraber şirketler de isimlerine ajanda bastırmaya başladı, çocuklar okula onları götürerek not tutar oldu. 90 geldiğinde artık yılbaşına doğru daha renkli daha eğlenceli defterler kırtasiyelerde yerini almıştı. 2000’ler bu alışkanlığında da değiştiği süre oldu. Organizatör defterler moda oldu, renkli etiketlerle günlerimizi süslüyor, yapacağımız işler için motivasyon arıyoruz. Bir de artık ajanda dediğimizde aklımıza not almak değil, onu okumak geliyor. Yayınevlerinin çıkardığı ve birbirinden farklı onlarca konu üzerine kurgulanmış ajandalarda gün gün bilgiler var, onları okumaktan yazmaya ‘kıyamaz’ olduk. Misal mi? Doğan Kitap’tan çıkan Reşad Ekrem Koçu Ajandası. Metis Yayınları’ndan “Fili Yuttu Bir Yılan” temasıyla çıkan ajanda. Küçük Prens Ajandası da var, Kedili Ajanda da, Yeşilçam Ajandası da. İzdiham Dergisi “Edebiyat ve Delilik” konusuyla bir ajanda çıkardı. Raflar alıp da okuyacağımız çeşitlerle dolu. Yani alışverişin seyri belli, bir kullanmalık, beş okumalık ajanda. Yakında bunlar da kütüphanelerde bir yer bulur. (AÖ)
* * *
Güç kırk yıldır onunla
Şaka değil, tam 40 yıldır sinema dünyasını etkisi altında tutan bir hikâye bu. Star Wars, önce izleyiciyi şaşırtan, yadırgamasına neden olan, sonra oyuncakları, oyunları, hikâyesi, üzerinden türeyen efsaneleri, fanatikleri ve en önemlisi dev endüstrisiyle başlı başına bir kurgusal evren. Darth Vader’ın karanlık tarafa geçmesinin ardındaki nedenleri sorgulayan, bunun dünya tarihinin bir mikro yansıması, bir karanlık/aydınlık savaşı olduğunu söyleyen felsefecilere, Jedi’ların aslında dervişane bir hayat seçtiğini söyleyen teorisyenler ekleniyor. Ne olursa olsun, Jedi’larla Sith Lordları arasında süren karanlık/aydınlık savaşı, Anakin’in Darth Vader’a dönüşme süreci hep gündemimizde. George Lucas’ın başlattığı bu çılgınlığın ilk halkası 25 Mayıs 1977’de, 20th Century Fox tarafından Star Wars (Yıldız Savaşları) ismiyle yayınlandı. Arkasından üçer yıl arayla iki devam filmi geldi ve seri 16 yıllık uzun bir sessizliğe büründü. 16 yıl sonraysa, yine üçer yıl arayla üçlemenin ilk filmi yayınlandı. Lucas, bütün seriyi bir bilmece gibi kurgulamıştı. Bu yüzden 1977’de ilk yayınlanan film sırasıyla, dördüncü, beşinci ve altıncı filmdi. İlk üç filmde serinin sorunu, son üç filmde de başını izledik. Ana hikâye bitti bitmesine de Star Wars önü alınamaz bir fenomene dönüşmüştü. O yüzden yan hikâyelerin anlatıldığı devam filmlerini izlemeye devam ediyoruz.
2016 yılı verilerine göre Sekiz Yıldız Savaşları filminin toplam hasılatı yaklaşık olarak 7.08 milyar dolar. Şimdi vizyonda “Star Wars The Last Jedi” var. Bu film çıkar çıkmaz eleştirmenleri ikiye böldü, kimi filmi “Bağımlı olunacak derecede cesur” diye niteliyor, kimi “serinin en uzun ve gereksiz bölümü” diyor. 152 dakikalık film, Star Wars meraklıları için Luke Skywalker ve Princess Leia’yı ekranda görecekleri için yine de vazgeçilmez. Üstelik 2016 Aralık ayında hayatını kaybeden Carrie Fisher da filmde. Star Wars’ta felsefe mi olur diyenlere şu repliği hatırlatalım:
Anakin: Geçen seferkine göre güçlerim ikiye katlandı, Kont.
Dooku: Güzel. İki kat kibir, iki kat düşüş demek. (AÖ)
* * *
Türk’ün renkli hafızası: Mehmet Başbuğ
Geçirdiği rahatsızlık sonucu bu yıl aramızdan ayrılan Türk dünyasının ünlü ressamı Prof. Dr. Mehmet Başbuğ, vefatının ardından kapsamlı bir sergiyle anılıyor. Çukurcuma’daki Markazid Sanat Galerisi’nde 12 Aralık Salı günü açılışı yapılan “Asya’dan Anadolu’ya” adlı sergi sayesinde, Prof. Dr. Mehmet Başbuğ’un eserleri 20 yıl aradan sonra İstanbullu sanatseverlerle buluştu.
Türk dünyasının motiflerini, sosyal ve kültürel renklerini, günlük yaşamdan manzaraları, atları, insanların çevreyle ilişkilerini tuvale yansıtarak zamana iz bırakan Başbuğ, son olarak Kırgızistan’daki Manas Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı görevini yürütüyordu.
Sanatçı kişiliğinin yanında, akademik hayatında da binlerce gencin sanata kazandırılmasını sağlayan Başbuğ, Türk ve İslam kültürüne hizmet eden büyük şahsiyetleri tasvir eden portre çalışmalarıyla da tanınıyor. Resimlerinde Anadolu’dan Altaylara, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan coğrafyada yaşayan halkların izlerini süren Başbuğ’un eserleri, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık dâhil, yurt içi ve yurt dışında çok sayıda koleksiyonda yer alıyor.
1956 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelen Başbuğ, Bursa Eğitim Enstitüsü Resim-İş Eğitimi Bölümünden mezun oldu. Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Resim Bölümünde lisansını tamamladı. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Resim Ana Bilim Dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. Bugüne kadar yurt içinde ve yurt dışında binden fazla karma ve grup sergilerine katılan Prof. Dr. Mehmet Başbuğ, yurt içinde ve dışında 80 kişisel sergi açtı. Çok sayıda eseri özel ve resmi koleksiyonlarda, müzelerde bulunan sanatçı, Ankara Ressamlar Birliği kurucu üyeliğini yaptı. 2017’de aramızdan ayrılan Merhum Başbuğ, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığını ve aynı fakültede Resim Bölümü Başkanlığını yürütmekteydi.
* * *
Kutsal emanetlerle 500 yıl
Üsküdar Belediyesi ile İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği “Yavuz Sultan Selim ve Kutsal Emanetler: İstanbul’a naklinin 500. Senesi” başlıklı panel, Topkapı Sarayı’nda gerçekleştirildi. Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı da sarayda yer alan kutsal emanetleri ve Osmanlı Devleti’nin bunlara verdiği değeri anlattı:
“Osmanlı padişahları kutsal emanetlerle ilgili çok özel törenler yapmış ancak bu törenleri de deyim yerindeyse ayağa da düşürmemişlerdir. Mukaddes Emanetler Dairesi, Cumhuriyet’in kurulmasından sonra 1967’ye kadar kullanılmamış, ancak 1967’den sonra ziyarete açılmış. Daha sonra bugün Destimal Odası dediğimiz bölüm Cumhurbaşkanımızın belediye başkanlığı zamanında açıldı. 2006 yılında günümüzdeki haline getirildi. Yıl boyu sergilenmesinde sakınca olan ya da sergilenemeyecek durumda olan emanetler dışındakilerin tamamı Mukaddes Emanetler Dairesi’nde sergileniyor. Mukaddes Emanetler Dairesi’nde kayıtlı 600 civarında eserimiz var. Bunların hepsi Hazreti Peygamber’e, ashabına ve Haremeyn’e ait eşyalar değil. Önemli bir kısmı o eserleri daha iyi muhafaza etmek için kullanılan mahfaza, bohça gibi şeylerdir. Bunlar da Mukaddes Emanetler arasında sayıldığı için sayı fazla görünüyor. Bazen ortaya atılan çok fazla eşya olduğu ve depoda tutulduğu şeklindeki iddialar doğru değildir.”
* * *
Şiir ölmez, dönüştürür
“Ömer’in huzurunda okuyacak adaletli bir şiirim olsun istedim” diyen bir şairin, Mustafa Akar’ın dördüncü kitabı Berhayat, Profil Kitap’tan çıktı. Kitap vesilesiyle Akar’ın kapısını çaldık, “Allah’ın dağları ve evliyası aynı yaştalar/ Bunu ancak ikimiz bilebiliriz” mısraını saklayan kitabının hikâyesini sorduk.
Şiir üzerine “öldü mü ölmedi mi?” tartışması, edebiyatın bitmeyen gündemlerinden. Bir şair olarak bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?
Şiir öldü mü tartışması bana kalırsa biraz sansasyonel bir tartışmadır. Mesela kimse roman ya da hikâye türleri için öldü mü kaldı mı tarzı bir tartışma açmak istemiyor, çünkü biliyorum ki birçok yazar bu türlerin dönüşmeye müsait olduğunu bilir. Oysa şiir dönüştürülemeyen bir tür, ancak öldü denilerek şiiri dönüştürmeye çalışıyorlar. Fakat şiir tüm bu salvolara karşı her zaman dayandı. Hâlâ dergiler yayımlanıyor, şiir kitapları basılıyor. Bir de şu var sanırım: Biz “küçük” hayatımızın içinde şairden hep bir “büyüklük” yapmasını bekliyoruz. Hep büyük konuşan şairler çıksın karşımıza istiyoruz. O büyük şairi göremeyince de şiirin öldüğünü düşünmeye başlıyoruz. Şimdi evet Nâzım Hikmet büyük şair de Ziya Osman Saba küçük mü, Orhan Veli büyük de Behçet Necatigil küçük mü? Neden şairlere karşı böyle sınıflandırmalar içinde olalım ki. Şiir ölmüş falan değildir. Şiir her durumda kendini var etmesini bilir. Dönüşmeden var eder. Şiir öldü diyen kişi şiir karşısında dönüşmüş olan kişidir.
Berhayat, devam eden bir hayatı müjdeliyor. Her şairin bir dönemi varsa, bu sizin hangi döneminize denk geliyor?
Berhayat dördüncü şiir kitabım. Kitaplarım içinde herhalde en hızlı bitirdiğim kitabım diyebilirim. Şiiri her zaman bir sanattan çok gündelik işlerim arasında bana bir açıklık, bir farkındalık imkânı veren bir alan olarak gördüm. Bu yüzden ekmek gibi su gibi edebiyatsız ve sade bir şiire heves ettim. Bir de son bir yılda ağır bir hastalıkla uğraşınca şiir, sarılabildiğim bir kucak oldu benim için. O yüzden bunu benim söylemem ne kadar doğrudur bilmem ama Berhayat kitaplarım arasında en sahici en net olanıdır.
Her şeyin hararetle tartışıldığı yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bunun şiire, yazıya, yayıncılığa yansımaları neler?
Bu dediğiniz hararet yazı dünyasına da yansımış durumda. Mesela sosyal medya sayesinde şairler ve yazarlar hep ulaşılabilir bir konumdalar artık. Eskiden mesela Yahya Kemal’in, Attila İlhan’ın oturduğu pastanelerin camından onları izleyen bir kitle vardı, şimdi ise o kitle, yazarı şairi twitter’dan çok yakından takip edebiliyor. Şair de kendini hararetli ortamın içinde dönüştürdü. Çok daha spot cümlelerle yazıyor şairler, mottolarla konuşuyorlar. Bu anlamda şair de dönüştü, çünkü insan dönüştü.
Diğer kitaplarınıza göre, Berhayat nerede duruyor?
Ben daha önce de dediğim gibi şiirde bir netliği, sahiciliği arıyordum her zaman. Şairler böyledirler, hayatları boyunca zaman zaman şiire yaklaşıp, şiirden uzaklaşırlar. Hatta ve hatta aynı şiir metni içinde şiiri buldukları, yitirdikleri anlar vardır. Berhayat işte sahicilik ve sadeliği bulduğum ve yakaladığım bir kitap oldu. (AÖ)
* * *
[Alıntı Defteri]
Haksız nefrete dair
Genellikle bir şeyi sevdiğimiz zaman, o şeyi bizimle birlikte sevecek taraftarlar aramayız; aksine sevdiğimiz şeyi seveni rakip ve mütecaviz olarak görürüz. Fakat bir şeyden nefret ettiğimiz zaman aynı şeyden nefret eden taraftarları daima ararız.
Haklı bir şikâyetimiz olduğu ve bize haksızlık yapanlara karşı intikam almak istediğimiz zaman, bizim tarafımızı tutacak kimseler aramamız akla yatkındır. Şaşırtıcı nokta şudur ki, nefretimiz elle tutulur bir şikâyetten ileri gelmiyorsa ve bu şikâyetimiz pek de haklı görünmüyorsa, taraftar bulma arzumuz daha şiddetli olmaktadır. Bizim gibi nefret eden başkalarıyla birleşmeye bizi iten, genellikle işte bu haksız yere duyduğumuz nefrettir. Ve bu cins nefret en etkili birleştirici faktörlerden bir tanesi olarak vazife görür.
(Eric Hoffer, “Kesin İnançlılar”, Çev: Erkıl Günur, Tur Yayınları, Birinci Baskı 1978, Sf. 125-126)