Kısa film, uzun emek

Günümüzde eline bir kamera alan rahatlıkla bir kısa film çekme şansı yakalar. Sadece kamera mı? Cep telefonu bile işe yarar belirli bir yere kadar. Öyleyse bunca sinemaseverimize rağmen sizce niçin eline kamerayı alan bir kısa film çekmiyor ülkemizde? Niçin kısa filmlerimizin sayısı bunca az? Üstelik niçin ülkemizde kısa filmler, bırakalım benzer yeterlilikteki yabancıların ürünleriyle karşılaştırmayı, ülke çapında bile belirgin bir nitelik düzeyine ulaşamamakta? Niçin bu, dünyanın neredeyse en ucuz ifade ortamlarından birinde yeterince söz sahibi olamıyoruz?

Dilerseniz biraz daha hedef daraltalım: Yirminci yüzyılın son demlerinde dünyanın en akılalmaz zulümlerinden birine başörtüsü üzerinden maruz kalan Türk gençleri, ancak şurada-burada toplantılar düzenleyebildi. Derdini, zaten dertdeşine anlatmakla yetindi. Daha dün yaşanan başörtüsü zulmü, deyim yerindeyse bütünüyle geçiştirildi. Foto muhabirlerinin çektiği birkaç fotoğrafın dışında elde, çarpıcı, etkileyici, sembolik nitelikte kaç tane kısa film veya belgesel var? Niçin başörtüsü zulmünün mağduru bir genç, uğradığı gadre dair hislerini, izlenimlerini bir kısa film çerçevesinde dile getiremedi ve gereğinde sesini uluslararası ortamlarda duyuramadı?

Dahası, Türk sinemasının altın yılları kabul edilen 1950-80 arasındaki yapımları, haklı olarak Türkiye’yi, Türk insanını, Türk duyarlılığını yansıtmamakla itham eden bu ülkenin aydınları ve aydın adayları, niçin kameraya el atmaktan bunca uzak durmakta? Öte yandan, gazete ve dergilerdeki yazıların konularına gözattığımızda, siyasetin ardından magaziniyle, dedikodusuyla, televizyon ve sinemanın başı çektiğini görürsünüz. Ne demeli bu duruma?

Demek ki kısa film algımızda ciddi bir sorun var. Sanırım sorunun kökeni kısa film dendiğinde anlaşılan şeyle birebir ilgili. Bir göz atalım:

Ülkemizde ‘kısa film’ dendiğinde anlaşılan şey, öz olarak, hani şu sinemalarda olağan gösterime çıkan, ardından da televizyonda yayınlanan, son olarak da DVD veya BluRay formatında piyasaya sürülen ‘normal’, olağan hâliyle 90 dakika civarında bir süre barındıran ve teknik olarak ‘uzun metraj’ denen film türünün kısası. O kadar!

Hâli pürmelâl

Şöyle hızlı bir bakışla bile bizde kısa filmin nedense hep amatörlükle eşdeğer görüldüğü, bu yetmiyormuş gibi işin kendisinin de amatörce düşünülüp ele alındığı farkedilir. Bu vurgudan kasdım, amatörlüğün yerini, kavramın karşıtı durumundaki profesyonelliğe bırakması değil. Tersine maksadım, amatörlük ile özentinin, baştansavmacılığın ve ‘ben yaptım oldu’culuğun birbirine karıştırılmasının doğurduğu akibete dair.

Kısa filmin yokluğundan, azlığından, düzeyinden şikâyette yalnız değilim. Ne ki şikâyet etmenlerinde birbirimizden ayrılmaktayız. Şöyle:

Kimilerine göre “Büyük şirketler bir an önce kısa filmi desteklemeye başlamalı. Yoksa kısa film ölecek.” Kimileriyse kısa film üzerinden, medyatik ifadeyle, imzasını parlatmaya andiçmiş durumda. Öteki kimileriyse, “Kısa filme ilgi yok.” derken, hakettiği ilgiyi görmediğini düşündüğü kendi filmlerini kastetmekte. Bir tek onları.

Birçok dernek çatısı altında birleşen, olmadı; sanal ortamda seslerini duyurmayı deneyen kimileriyse çok daha ilginç görüşler öne sürmekte. Neymiş efendim, kısa film sektörleşmeden varolan başıboşluk sürgit devam edermiş. Ona ne şüphe! Ama bu yaklaşımı nasıl ciddiye alabiliriz ki?

Bırakalım kısa filmi, ülkemizde sinemanın kendisi sektörleşebilmiş mi ki? Üstelik sinemanın sektörleşmesi sinemanın hayrına mı?

Aynı zihniyetin başka bir versiyonu da, “Devlet el atmazsa”cılar. Fazla söze hacet var mı? Bu görüştekilerin niyeti belli: Demek ki Devlet Sanatçısı etiketi taşıyacak kısa filmcilerle Türk kısa filmi ancak canlanabilirmiş.

Yaratma kabızlığı

Bir de, “Bu iş ancak okulla olur; hem de bir fakültenin alt dalı hâlinde değil de müstakil bir fakülte olarak” diyenler var. Bu görüştekilerin gerekçeleri ve kafalarındaki eğitimin türü ve düzeyi açık olmazsa da, önerileri ilginç. Ama onlara da şunu sormak gerek: Sinema, televizyon, edebiyat… eğitimi sürünen bir ülkede kısa film eğitiminden söz etmek, isabet barındırsa da abesle iştigal değil mi?

Tabii bir de “Para lâzım, para!” diye haykıranlar var. Ne diyelim; belli ki birilerini ikna etmekte başarılı bu insanlar, ne diye ticarete atılmıyorlar ki? Kısa film üzerinden kazanacaklarından daha fazlasını öylelikle cebe indireceklerini görmüyorlar mı?

Ülkemizdeki kısa filmin bugünkü durumunun sebebi nedir peki? Bence yaratma kabızlığı. Üstelik bu kabızlığa, hiçbir şifalı ot da iyi gelmiyor nedense.

Ülkemizde kısa filmin üstadı diye ortalıkta dolananların bu alan hakkındaki söylediklerine bir bakın, düzeyi şıppadanak tespit edersiniz. Adam alanının anlamını, tanımını, benzerlerinden farkını, vs bilmiyor ki.
Bir yerde soruyorlar “Kısa film nedir?” diye.

Cevap şu: “Bunun iki tanımı var. Biri kısa sürede geçmesi. (Düpedüz işi süreyle sınırladığının farkında değil.) Ee, ikincisi? Yok, evet yok! Niçin yok? Bilmiyor ki adam, nasıl anlatacak? “Peki kısasıyla uzunun arasındaki fark ne?” diye sorulduğunda ne diyor dersiniz? “Kısa film zeki olmak zorunda, çok zeki olmak zorunda. Ben buna 30 senenin sonunda ulaştım.” Peki hani o 30 senede ulaşılan zekânın bu cevaptaki kırıntısı?

İyi kısa filmin sırrı: Senaryon olmayacak!

Aynı kısa film üstadı, örneklerle kısa filmde senaryonun yokluğunun önemini, hatta gerekliliğini anlatıyor ve lâfı şuraya getiriyor: İyi kısa film mi çekmek istiyorsun? İlk şart şu: Elinde bir senaryo olmayacak. İnanmadınız mı? O hâlde, aralara bir yerlere şu bilgiye kulak verin: “Ben yurtdışında sinema okudum.”

Öyleyse hızla ve kısaca teşhisi koyalım: Kısa film sıradanlığı, ortalamalığı ortadan kaldırır; kolayca yaftalatır. Sert bir kroşe çoğun.

Şimdi kısa film piyasamızla ilgili son derece ilginç bir noktaya geldik: Ülkemizde kısa filmle ilgilendiğini söyleyen, bir vesileyle bir tanecik bile olsa kısa film kotarabilmiş her Türk gencinin en az bir ödüle kavuştuğu görülür.

Sanatın neredeyse her alanında parsa toplayan Türk genci, nasıl oluyor da kısa film alanında bunca üstün başarılara imza atabiliyor? Size de şaşırtıcı gelmiyor mu bu durum? Başka bir kültür, sanat, bilim alanında yıllarca uğraşmak, çoğun bir ödüle kavuşmaya yetmediği hâlde, birkaç günlük yalapşap bir emek, nasıl oluyor da daima ödüle lâyık bulunabiliyor? Yoksa bu işin de altında iş mi var?

Herkese mavi boncuk

Evet, var!
Belli ki iyi niyetli bir karar ama sonuçları ortada: Sinemanın s’sinden anlamayanlardan kurulu bir ‘profesyoneller’ ordusu… Çünkü ülkemizdeki kısa film festival veya yarışmalarına katılan her çalışma, özendirmek amacıyla bir ödülle tâltif edilir! Mutlaka!Hâlbuki herkese mavi boncuk dağıtmak, bir süre sonra mavi boncuğu değersizleştirmektir. Sahiden de öyle olmadı mı?
Şimdi soruların hası: Türkiye’de kısa film var mı? Varlığını nasıl ve neyle ölçeriz? Bir yıl boyunca çekilen kısa filmlerin sayısıyla mı, yoksa o sayının çok azını dolduran yapımların yetkinliğiyle mi?
Bakın bakalım, ülkemizde, sayıları neredeyse şiir yazanlardan sonra gelen kısa film yönetmenlerinin (Üstelik en az bir ödüle lâyık görülenler de dahil.) arasından kaç tanesi uluslararası bir başarıya imza atabilmiş? Kaç dediniz?
Peki niçin çekilir kısa film? Uzununun atlama tahtası mı? Kendine güvenme veya kendini kanıtlama alanım mı?

Sır sürede mi?

Aslında kısalık, yalnızca filmin süresiyle ilgili olduğu/sınırlı kaldığı hâlde, nedense, bu meseleyle birinci derecede ilgilenenler de tüm kabullerini bu kısalığa odaklamış ve bu film türünün işlevine dair hiç kafa yormamış durumdalar. Doğru, kısa film kısadır ama iş burada bitmiyor ki! Peki nedir bu film türünün temel yapısı, niteliği? Bu kısalık kendisine ne tür olanaklar, ne çeşit anlatım seçenekleri sunmakta? Bu ve benzeri sorular, en iyimser ifadeyle hep muğlakta kalmakta.

Sahi nedir kısa film? Farkı tespit ederek başlayalım:

Kısa filmde başrol olaydadır; uzun metrajdaysa başrolü bilindiği gibi karakterler üstlenir.

Uzun metraj sohbet eder; bir kıyafet balosundaki kadar değilse de itinalı bir giysi kuşanılarak gidilen bir partide, çevresine topladığı meraklılarına tatlı tatlı birşeyler anlatan hoşsohbet adamların konuşması lezzetinde akar gider. Kısa filmse bir yönüyle bir yürüyüşte kitleleri galeyana getirecek bir slogan sivriliğini tüttürmek; öbür yandan, bir ilânı aşkın etkileyiciliğini ve inandırıcılığını barındırmak durumunda.

Tekrar etmek durumundayız: Kısa filmin, ülkemizde konuyla uzaktan yakından ilgili herkesin ittifakla beyan ettiği gibi ‘kısa süreli film’le birinci dereceden bir alâkası yok aslında. Süre, anlatma biçiminin doğurduğu tali bir nitelik…

Anlaşılması gereken asıl nokta şu: İşin sırrını belirleyen süre değil. Süre sebep değil, sonuç! Kısa film, uzun metraja oranla daha kısa bir sürenin değil, kendine özgü bir dilin ve anlatımın doğurduğu ifade tarzının adı.

Hayatın ayrıntılarını ayıklamak

Peki kısa film ile uzun metraj arasındaki ilişki, hikâye ile roman arasındaki ilişkiye benzer mi? Hep yapılagelen bu benzetme doğru mu?

Yapı bakımından konuya yakınlaşıldığında, kapsamı gereği romanı hikâyeden ayıran en önemli yön mimari çaptaki tasarım iken, kısa filmin tasarımı bu açıdan hikâyeyle benzeşmemekte; tersine, romana yakın düşmekte. Yeşilçam nasıl ve niçin ömrü hayatı boyunca 32 tekmili birden bir acemi halk hikâyesi kıratını aşamamışsa, kısa film de aynı gerekçeyle ve aynı yönde mevcut ilkelliğini sürdürmekte.

Destana oranla şiir mi? Bu yakıştırmada özneler yer değiştirmiş durumda ama. Modernite destanı öldürmüş, fakat yeni şiiri doğurmuştur. O yüzden destan kitlenin malıdır; zamanın imbiğinden süzülerek ve evrile evrile gelir. Zaten muhatabı da kitledir. Şiir ise bireysel, giderek bireycidir. İkili bir iletişimi şart koşar: özne ile özne arası etkileşim.

Demek ki herşeyin kendiliğin, ancak bir yere değin ötekine benzeyebileceğinin getirdiği bir durum bu.

Kısa film, hayattan gereksiz ayrıntıları itinayla ayıklanmış bir usare çıkarma işi. Kısaca.

Benzer konular