“Deli ve Dâhi” ya da gerçek adı ile The Professor and The Madman”… Simon Winchester’ın The Surgeon of Crowthorne isimli kitabından uyarlanmış olan film “Oxford İngilizce Sözlüğü”nün ortaya çıkış hikâyesini anlatıyor. Yönetmen koltuğunda Farhad Safinia’nın oturduğu biyografik yapımın başrolünü Mel Gibson üstleniyor. Senaryosunu yönetmen ile John Boorman ve Todd Komarnicki’nin birlikte kaleme aldığı filmin oyuncu kadrosunda Sean Penn, Natalie Dormer, Ioan Gruffudd, Jennifer Ehle, Jeremy Irvine gibi isimler yer alıyor.
Bir etimolog olan James Murray aslında –kendisini filmde tanıttığı üzere- otodidaktik. Yani âmiyâne tabirle ‘kendi üniversitesinden mezun.’ Oxford’un büyük sözlük projesini duyunca kollarını sıvar ve projenin başına geçmeyi başarır. Gecesini gündüzüne katar fakat bir ‘art’ ya da ‘approve’ kelimesi için bile aylarca uğraşması gerekir. 19. yüzyılın teknolojik imkânları gereği ‘mail sistemi’ kullanamayacağından sözlüğün ortaya çıkması için bir metin hazırlar. Kütüphanelere ve kitapların arasına iliştirdiği metinde, kelime mânâlarını iktibas edilen cümlelerle birlikte kendilerine gönderilmesini ister. Fakat arzu ettiği gibi bir dönüş alamamış ve proje başarısızlığa doğru sürüklenmiştir.
Bu esnada çok tehlikeli hastaların konulduğu bir akıl hastanesinde yatmakta olan Dr. W.C. Minor, profesöre 10,000 kelimelik bir çalışma gönderir. Minor’un gönderdiği bu liste, ikilinin yollarının kesişmesine sebep olur. Minor savaş nevrozları yüzünde psikolojik travmalar yaşamaktadır. Zaten gerçek hayatta da kendisine ‘şizofreni’ tespiti koyulmuş. Minor bu nevrozları sebebiyle gecenin zifiri karanlığında ‘kendisine saldıracağı endişesiyle’ bir adamı vurur ve öldürür. Gelin görün ki adamın bu iş ile hiçbir alâkası yoktur.
Bu travmadan kurtulmanın yolunu aldığı bir kitabın içerisinden çıkan metinde aramaya başlar. Murray’ın kaleme aldığı yardım metni… Kendisini tedavi eden doktorundan ettiği rica kabul olur ve hücresinde dev bir kütüphane kurulur. Binlerce kelime üzerinde çalışıp notlandırır ve Murray’a yollar. Murray bir deli(!) sayesinde Oxford İngilizce Sözlüğü’nün ilk fasikülünü tamamlar. Lâkin arada Minor’a öldürdüğü adamın eşi gelmektedir. Bir müddet sonra kocasının katiline âşık olan kadın Minor’u tekrar şiddetli bir nevroza sokar.
Film gerçek bir hikâyeyi canlandırması sebebiyle durağan geçmesi beklenirken oldukça sürükleyici. Bir an ekran başından ayırmıyor seyircisini. Dikkat çeken bir unsur da sekülerizmin zirvesinin yaşandığı bir dönemde karakterlerin ağzından dökülen İncil alıntıları. Kapitalizme de dokundurmadan geçilmemiş. Hazırlanan sözlüğün 4.000 adet sipariş almasının ne kadar da üzücü olduğu vurgulanıyor.
Bizce en mühim tarafı ise kimin dâhi kimin deli olduğunun belirlenmesindeki güçlük. Akıl ile delilik arasında yapılan keskin analitik bir ayrıştırma… Meraklıları Foucault’nun Deliliğin Târihi’ne bir baksın da bu ayırımın insanlığın başına ne büyük bir belâ açtığını görsün. Delilik üzerine değerli hocamız Süleyman Seyfi Öğün’ün Yeni Şafak’taki yazısından iktibas yapmadan geçemeyeceğiz: “Akıl ile deliliği ayrıştırmak ve ‘delileri’ suçlayıp dışlamak modern bir obskürantizmdir. Rast Peşrev’ini icra etmekten ve dinlemekten lezzet aldığım Benli Hasan Ağa’nın 17. asırda yazdığı Tezkiret’ül-Müteahhirin kitabını parça parça okuyorum. Ne kadar ilginç insanlar bu deliler. Ya, Neyzen Tevfik’e ne demeli? Neyzen’in lâikliği övdüğünü düşündüğünüz şiirlerini okurken, aldığı deli raporları ne için akıllara gelmiyordu acaba? Akılcılığın şampiyonluğunu yapıp ne ara Çılgın Türkler’e geldik?
İnsan hayâtı, kolayca birbirine dönüşüveren iki maksim; akıl ve delilik arasında yaptıklarımızı akılcılaştırmaktan başka nedir ki? Akla en çılgın şeyleri yaptırabilir; en ahmakça şeyleri akıl ile örgütleyebilir; akılla arayıp bulamadığınız hakîkati ise en çılgın anınızda avucunuzda tutabilirsiniz.”
Tımarhanenin önünden geçen bir akıllı deliye sormuş ya, içeride kaç deli var diye. Deli de dışarıda kaç akıllı var demiş. İşte o misal…