Kendini tanımak ve hakikat

Nasıl tasnif edebiliriz insanları? Hem, bu sınıflandırma işi zorunlu mu? Bu soruları öteleyerek vurgulayalım:

İnsanlar kendi varlıklarının anlamlandırılmasından, varoluşlarını sergiledikleri tavırların niteliğinden, hayatı anlama ve anlamlandırma açılarından, kendileriyle ve hemcinsleriyle ilişki biçimlerinden hareket edilerek sınıflandırılabilirler. Ve tabii ki daha başka açılardan da…

Burada dikkat edilmesi zorunlu nokta şu: Yalnızca insanı değil, hayvanı, bitkiyi, nesneyi, kısaca eşyayı anlayabilmek için giriştiğimiz bu türden sınıflandırmalar, aslında çoğunlukla, sınıflandıranın da ayırdına varamayacağı bir sır saklar.

O sır da şu: Sınıflandırmalar, sınıflananlardan hareketle değil, görme ve algılama sırasında kullandığımız argümanlar, bir de bu argümanların akıtılacağı kaynağa göre yapılır. Kısaca söylemek gerekirse, aslında her sınıflandırma eylemi, daha o sınıflandırma işlemi bitmeden, sınıflandıranın tasnif ölçülerinin doğrultusunda biçimlenir.

İnsanlar, evet bütün insanlar, doğadaki her nesneyi, bu arada hemcinslerini de, kendilerini de sınıflandırır, en azından belli bir sınıfa sokar. Bu açıdan bakıldığında insanı, “sınıflamadan ve sınıflanmadan edemeyen varlık” diye de anlamak yanlış olmaz.

Sınıflandırma ve Kütleştirme

İnsanın kendisi hakkında da, başkası hakkında da, hemcinsi hakkında da, eşya ve olaylar hakkında da oturmuşluğu varsayılan belli başlı kabulleri vardır ve yaşı, toplumsal sınıfı, eğitimi, vs. değiştikçe tasnif ölçüleri de değişir. Bu değişim kimileyin yalnızca farklılaşır, kimileyin gelişir ama çoğun kütleşir. İşte bu kütleşmeyi rahatlıkla görebilmek her yiğidin harcı değil. Fakat önemli yön orası değil, şurası: Sınıflandırmak, düşünmek eyleminin öncülü…

İnsanlar birbirlerine bakarak şu türden bir akıl yürütme içerisine girerler; farkına vararak veya varmayarak: “Bana sınıfını söyle; sana kim olduğunu söyleyeyim”.

Tam da bu bağlamda şöyle de söyleyebiliriz: “Bana tasnif anlayışını söyle; sana henüz kim/ne olamadığını söyleyeyim”.

İşte bu yüzden sınıflandırmak, yalnızca İslâm’ın değil, yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün kadim dinlerin, öğretilerin ve ahlâk anlayışlarının merkezini teşkil eden “kendini tanımak” eylemi için, yeter olmasa da gerek şart.

Bir çelişkiyi aşmak

İlginç değil mi, kendini tanımanın şartı sınıflandırmak iken, sınıflandırmanın şartı da kendini tanımak!.. Çünkü ancak kendini tanıyan, kendi dışındakileri de tanıyabilmek, dolayısıyla aralarındaki farkları görebilmek, bu farklardan hareketle de farklı farklı farklılıkları kendi içinde ayrımsayabilmek için sağlam bir başlangıç yapabilir.

Bu sağlam başlangıcın gerçekleşebilmesi için de insanın; kendisi, en geniş anlamıyla çevresi ve tanrısı ile ilişkilerini anlamış, anlamlandırabilmiş, dolayısıyla sınıflandırabilmiş ve nihayet, bu üç temel öğe arasındaki gel-gitleri kavrayabilmiş olması zorunlu.

Gerek bu üç ana öğenin alt öğeleriyle arasında, gerekse üç temel öğe arasında çelişkinin varolması, daha doğrusu böyle bir çelişkinin varsayılması yahut icat edilmesi, insanın kaldırabileceği yüklerden değil.

Çağdaş tıbbın şizofreni diye adlandırdığı hâl. Yahut ona yakını.

İnsan ve kabulleri

Toparlamayı deneyelim: Kişi ilkin kendi hakkında, sonra da çevresini kapsayan, ilişkiye girdiği veya girebileceği her şey hakkında, (taş, toprak, ağaç, hava, su, insan, para, makam, karşı cins filân) en önemlisi de metafizik hakkında hangi kabullere sahipse o kabullere göre yaşar.

Yaşamalıdır da.

Demek ki, bu üç öğe arasında çelişki ortaya çıktığında kişi kendinin de, eşyanın da, tanrısının da münafıkı hâline gelir. Farkına varmadığında bile… Acısını hissedebilir ya.

İnsan için zorların zoru, kendini tanıması… Ya başkalarını? O handiyse muhâl. En yakınındakini, yani kendini tanımaktan aciz insanoğlunun ömrünün, bu acziyeti telâfi edemeyeceği de ortada.

İşte o yüzden gerçek Müslümanlara göre dünya, hakiki saadetin, yani kişinin kendisi, çevresi ve tanrısı ile ilişkilerinde çelişkisizliği yakalayabilmesinin yurdu değil. İşte o yüzden bu dünya vatan değil de gurbet… O yüzden bu insanlar her an kendilerini vatanlarında değil, gurbette ve ‘garîb’ hissederler.

Çağın zindanı

Zamanımız, insanın kendisini de, çevresini de, hele hele tanrısını da tanımaması için binbir tuzağın örüldüğü bir dolambaç sanki. Bütün yaşantımız, bizi kendimizden, başkalarından, özellikle de tanrıdan uzaklaştırmak için bahusus kurgulanmış sanki. Bu üç öğenin merkezindeki kendini tanıma olasılığının konuşlandığı bölge ise neredeyse binbir burçla çevrili durumda. Yeter ki insan kendini tanımasın… Yesin, içsin ama kendini tanımasın; eğlensin ama tanımasın; türlü türlü zevklere dalsın ama yeter ki kendisiyle dalaşmasın; sormasın, sorgulamasın, soruşturmasın. Bir şekilde bu menhus yola sapmışsa bile, yolun sonuna ulaşmaması için de benzeri engellerle bezelidir güzergâhı: sahih kaynaklar, sahih vasıtalar ve sahih rehberden kişiyi uzaklaştıran sürüsüne bereket sahte seçenekler…

Bırakalım kendini tanımayı, kendi varlığını hissetmek bile bu dünyanın en büyük ve en çileli yolculuğuna kişiyi sürükleyebilir.

O yüzden de kendini tanımanın ilk evresi durumundaki kendini sorgulamak, eskilerin ifadesiyle muhasebe, çağımızın düzeninin de, yaşama anlayışının da, iş tutuş biçiminin de en dışına itilmiştir: surun dışına! Çünkü bir tek kendini tanıyan, tanımaya sıvanan kişi, bütün eylemlerini belli ilkeler çerçevesinde düzenlemeye niyetlenebilir. Ve bu da zamanla kurulu düzen için sonun başlangıcının tohumu hâline gelebilir.

Ben ve öteki/ben ve öteki ben

Kendini tanıyan, ona meyleden kişi, kendinin dışındakini de tanımaya meyleder; o uğurda çaba göstermeyi ihmal etmez en azından. Çünkü farkındadır ki ancak kendisinden hareketle ulaşabileceği bir ‘öteki’ ve ancak o ötekine göre kendisinin bir yeri, değeri ve anlamı vardır.

Kişi, bir kez olsun kendini tanımaya niyetlendiğinde de binbir türlü sorumluluğu üstlenmiş demektir; tek tek saymayı gerektirmeyen.

Kendi gerçeğini kavrayabilmek ve insanın hakikatine ulaşabilmek… İkincisinin yolu, malûm, ilkine kavuşmaktan geçer.

Peki, insanın gerçekle ilişkisiyle hakikatle ilişkisi arasında nasıl bir fark var?

Gerçek ile Hakikat Farkı

Basit tarafından ele alalım ilkin: Gerçek somuttan hareketle kavrandığından somut niteliktedir çoğun. Öyle olmadığı durumlarda bile bir yönüyle somuta bitişik/yapışıktır. Ölçülerimiz, ölçeklerimiz, ölçütlerimiz, vs. doğruysa ulaştığımız gerçek de aynı niteliktedir.

Önümüzde, karşımızda, başucumuzdadır gerçek. Kendisini elde edebilmemiz için doğru kaynaklar kullandığımızda, tutarlı yaklaşımlar sergilediğimizde kendisini ele vermemesi düşünülemez.

Ama hakikat öyle mi? Örneğin tek tek insanlardan hareketle insanların gerçeği hakkında tutarlı bir bilgiye ulaşabiliyorken, insanın hakikatine dair bir şeyler edinebilmek için tek tek insanlardan değil, ‘insan’dan hareket etmek durumundayız.

Çok yüzlü Janus

Aynı şekilde deneyimler bize insanlar hakkındaki gerçeklere dair çok ciddi bilgiler verebiliyorken, insanın hakikatine talip olunduğunda deneyimlerin hiçbir işe yaramadığını görürüz. İnsanın hakikatine dair bilgilere ise ancak hikmet üzerinden ulaşabiliriz.

Gerçek çokyüzlü bir Janus iken hakikat, ufuk çizgisi misali, kendini ele vermeyen bir nazenin. Onunla hemhâl olmak imkânsız ama uğruna kendini râmetmek boyun borcumuz… O yüzden gerçek şartlara göre sürekli değişkenlik gösterdiği hâlde elde edilebilir/ulaşılabilir bir nitelik arz ederken hakikate ancak yakınlaşılabilir.

Tam burada konunun hakikatini, hakikate yakınlaşmada biz sıradanları fersah fersah aşmış bir büyüğün sözüne havale edelim: “Bütün insanlar seni cennetlik bilsinler ama sen cehennemliksin; bu bilginin sana ne faydası var. Bütün insanlar seni cehennemlik bilsinler ama sen cennetliksin; bunun sana ne zararı var”.

Benzer konular