Hiç gitmeden esenlere, gürleyenlere…
Bu yazı için Esenler’i en azından şöyle bir turlamam, sokak aralarında rüzgârın geldiği / götürdüğü yerlere yönelmem gerekirdi elbette, ama kitabı dört kere okumak ya da en azından son kırk senedir hemen hemen aynı döngüde olan Sultanbeyli’de yaşamak bir söz hakkı verse gerek. Yazarın üç senede onlarca kez gitmesiyle okuyucunun da seyahat zaruretini / sırasını savılmış kabul edebilirdik. Ama bu kitaba atfedilen mühim vazifelerden biri olarak; ilgilisine mihmandarlık edip hikâyelerin kaynağına kadar eşlik ettiği kişilerden biri de ben olacağım. Bu şekilde; ellerinde kitaplar, yazarın misal yüz yıl önce gezdiği yerleri arşınlayan TV programcıları gibi dolaşmak hayli öğretici olacaktır.
Belediyeler içerisinde şehir kültür sanat faaliyetlerinde önde gelenlerden biri olarak Esenler/ Şehir Düşünce Merkezi bu tür çalışmalarla bir ‘esenlik bildiriyor’ takipçilerine. Muaşeret, mübadele, mücadele, hicret, göç, iltica, tutun(ama)ma, yerleş(eme)me komşuluk, hoşgörü, anlayış, kabullenme, çok kültürlülük, uyum, hemşeri, zorunlu sığınak, değişim, dayanışma, imece, yarımyamalaklık gibi anahtar kavramları yedekte tutup okunması gereken ‘besin değeri yüksek, emek mahsulü’ 30 bölüm, 404 sayfa, onlarca fotoğraf ve yeri geldikçe farklı açılardan çekimlerini gördüğümüz röportajlar bekliyor okuyucuyu. 1993’e, Esenler için zamanda büyük bir eşik olan Bayrampaşa Otogarının açılışına kadar anlatılıyor bu 1. ciltte, kendisi mekân olarak şehrin eşiği zaten…
HİKAYE, ANLATICISINI BULDU
Bu kitap kesinlikle bir güzelleme değil, iyiyi de kötüyü de hakkaniyetle ortaya koyuyor. Değişik vesilelerle yazılmış dağınık yazıların şöyle bir toparlanmasıyla değil, bir disiplin ve müfredat eşliğinde, cm2’ sine 64 çift düğüm atılan ipek Hereke kilimi gibi ilmek ilmek dokundu. Peki, belediye niçin Cihan Aktaş’a teklif etti Esenler’in hikâyesini deşmeyi? Basit: Hikâye, anlatıcısını buldu. Bir tek overlok makinesi gelmez ya, öykü de gelir hazır olanın ayağına.
Tuşlara abandığında kendisini hep bir eksikliği tamamlamasıyla tanıdığımız yazar, baltayı kavradığında kırabildiği kadar put kırıp, siyam ikizleri ön yargı ve kibrin omzuna asıyor burada da şık bir şekilde. Gerek romanları gerek araştırma kitapları için coşku ve heyecanını gördükçe omuzlarımızdaki yük kalkmıyor, daha da artıyor. Esenler hakkında yazılacak her cümle artık roman tadında sağlam bir referansa kavuştu. Romancı dikkatiyle kendini inceleyen birine gizlerini cömertçe açmış Esenler(li). Köyden kente GregorSamsavari dönüşen İstanbul’ un mücavir alanının dışında bir kayna(ş)ma noktasında yaşananlar titizlikle kaydedilmiş.
“Denizden çok da içeri gidemeden arkamızda/ güneyimizde hemen Samanlı sıra dağlarının başladığı, bu sebeple rüzgârdan nispeten korunan Gölcük- Karamürsel ahalisi olarak Tahtakale’ye gidip gelen bazı küçük esnafımız için İstanbul; ‘dört duvarı yıkık bir oda’ydı.” Sadece rüzgârdan değil, Esenler’e gelenleri hiçbir yönden rahat bir hayat beklemiyordu. “Duvarsız odalar” hem gerçekti, hem de metafor.
ŞİMDİKİ MİSAFİRLERİ SURİYELİLER
Hayatları o kadar fırtınalıydı ki gelmek zorunda kalanlar, değil rüzgârla, esintiyle bile iyi geçinmek zorunda kaldılar. Uğraşmak zorunda oldukları içinde en basiti bu rüzgârdı belki de. Mülteci, muhacir, mübadil, misafir zihinsel mücavir alanın dışında olduğundan sadece rüzgârla mı, herkesle iyi geçinmek zorundadır. Sosyal, siyasî, ekonomik, ailevî rüzgârlar direnmeye biraz ara verene hiç acımıyor çünkü. Buğday sapları nasıl dayansın bu hoyratlığa? Kitabı okuduktan sonra çeşitlerinin sanıldığı kadar (32) olmadığını, oradan oraya savuran rüzgârın kuru yaprakla oynaşandan nice zorlu olduğunu kavrıyor insan.
Yıldız Ramazanoğlu’nun yeni sinema kitabında hatırlattığı, Dersu Uzala’nın fırtınadan korunabilmek için donmuş sazlıktaki adam boyu otları ‘dünyanın önemli adamlarından rüzgâr’a kaptırmamak için verdiği uğraşa benzetilebilir göçmenin tutunma hikâyesi. Bir küçük otu bile elinden kaçıramaz, yoksa donacaktır.
Mübadilleri, Anadolu göçmenlerini, muhacirleri sırasıyla ağırladı Esenler, komşu ilçelere oranla daha kabulcü bir yaklaşımla. Şimdiki misafirleri Suriyeliler…
GÖÇMEN İLE MÜLTECİ BENZERLİĞİ
Bu meyanda mülteci ile göçmeni ‘tercih’ sebebiyle ayırmak da yanlış, teknik bir ayrım bile olsa. Mülteci zorunlu göçüyor da göçmen keyfe keder mi ayrılıyor toprağından? Mülteciyi kısa vadeli, habersiz; göçmeni ise uzak ve fakat geliyorum diyen felaketler hareketlendiriyor. Birini gerçek, ötekini sosyoekonomik bombalar, afetler… Bu sebeple göçmen topluluklar mültecileri daha iyi (hâlden) anlar kanısındayım. Çünkü ikisini de göç ettiren sebepler, memleketlerindeki hayatlarını göçerten saiklerdi; piston aşağı indiğinde yapacak fazla bir şey kalmaz.
Mesela rahatını bozup da şu çileye kim katlanmak ister ki: Şehir Tutulması kitabında zengin kadınların mimarla birlikte plana müdahale edebildiği, fakir kadınların ise bizzat çalışarak/ konu komşudan gördüğünü de hesaba katarak evlerini kondurduklarını söylemişti Cihan Aktaş. Orta halli kadınlar ise genelde sunulana razı olurlar. Esenler’e ‘göçüp kalanlar’ın hemen hepsi evlerinden sonra temiz/ pis su hattı, elektrik direkleri, yol gibi hizmetleri de kendi elleriyle sağladılar. O havalinin tarihindeki/ kaderindeki Suyolcu görevini devam ettirdiler.
Okuyuculara konuyla ilgili bazı Yeşilçam filmlerini kitapla eşzamanlı izlemelerini tavsiye edebiliriz. İnternette küçük bir aramayla birçok filme/ sahneye erişilebilir. Her okuyanın da belediyeye kitabın mihmandarlık vazifesini hatırlatmaları güzel olacaktır.