Orjinâl ismi “Adaminte Makan Abu” olan ve Türkçe’ye “Âdem’in Oğlu Abu” diye tercüme edilen Hint filmi, 2011’de Salim Ahmed idâresinde çekilmiş. Film 3-3,5 saat uzunluktaki Hint filmlerine göre oldukça kısa. Ancak bütün hususiyetleriyle Hint kültür hayatını muhtevâ etmekten geri kalmıyor. Teknoloji ağırlıklı Amerikan filmlerine tercih ettiğim bu tip eserler, hayatın içerisinden sundukları sahnelerle samimiyetini muhafaza ediyor doğrusu.
Filmin bizzat kendisi, belki de devrimizdeki en modern sanatlardan birisi. Senaryolar, insanın düşünce dünyasına bir şeyler verebiliyorsa başarılıdır zannımca. Yoksa teknik meselelerde boğulmak sadece sinema ve televizyon mezunlarının havanda su dövmesinden başka bir işe yaramaz. Bu filmin de sahnelerinden vereceğimiz misâllerin, bizim fikir atlasımızda uyandırdıklarıyla bir kıymet-i harbiyesi vardır.
Baş aktör Abu, yaşını başını almış, hanımıyla birlikte mütevazı bir hayat yaşamaktadır. Bütün gâyesi yemeden, içmeden tasarruf ederek, koku ve kitap satarak biriktirdiği parasıyla Hacc’a gitmekten ibâret. Bu öyle bir gayedir ki, karısı her gün namazdan sonra Allah’a duâ eder; bu ulvî gâye ile yatar onunla kalkarlar. Sandıklarına attıkları parada alın teri vardır, emek vardır; Hakk’ın rızâsını gözetmek vardır.
Tanıdığı zengin arkadaşı kendilerine bir seyahat acentası tavsiye eder ve nihâyet pasaportlarını çıkarırlar; ancak hâlâ eksikleri bitmemiştir. Hanımının her gün konuşup, sohbet ettiği ineklerini satarlar, yetmez. Sonunda iki senedir kerestecinin istediği ön bahçedeki ağacının kesilmesine müsaade eder ve parayı tamamlar kahramanımız. Artık her şey yolundadır; helâllik alınır ama kaderde bir plân vardır bilmedikleri. Keresteci ağacı kestiklerinde içinin bomboş olduğunu görür. Abu’nun bütün dünyası yıkılmıştır. Yıllardır hayâlini kurduğu mübârek topraklara yüz süremeyeceğini anlar. Keresteci, bunun bir ticâret olduğunu, kazanmanın da kaybetmenin de tabiatında bulunduğunu, Abu’nun ne kadar temiz yürekli birisi olduğunu bildiğini yüzüne karşı söylese de, O aslâ bunu kabul etmez. Görünürde her şey kanunîdir aslında. Bugün kaç kişi bu sebepten dolayı parasını iâde eder acaba?
Acentaya gider; her şeyi iptâl ettirir. Polislere rüşvet verilmesi gerektiğini bilmeyecek kadar temiz yürekli olan Abu’ya acenta sâhibi, “benim için bu kadar eksik bir mesele teşkil etmez” dese de Abu, orada öleceğine inandığı için “ihrâm kefenimizdir, borçlu ölemem” diyerek bu teklifi de reddeder. “Anne ve babamı götüremedim Hacc’a, onun yerine seni götüreyim lütfen” ricâsına da “O bizim Hacc’ımız olmaz” şeklinde cevap verir. Hanımı “sen tek git” demesine rağmen “ben rüyâmda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kabrinin önünde bile ikimizi gördüm, seni bırakır mıyım” diyerek şefkatini ortaya koyar.
Hayatını kimseyi incitmeden, aldatmadan yaşayan Abu filmin son sahnesinde hanımıyla Hacc hayâli kurar ve muhakeme yapar. Ağacı kestikleri için, neticede onun da bir canı olduğu için Allah’ın buna râzı olmadığı kanaatine varır. Ümitsizliğe kapılmamaları, hatasından dönerek seneye Hacc’ın nasip olması için gayret etmeleri gerektiğine karar verir ve ilk işi ağaç dikmek ile namaza gitmek olur.
Filmi izlerken günümüz modern dünyasındaki Müslümanların fantazmaları geldi aklıma. Bir hayâllerinin olmayışı, bütün hedeflerinin araba, ev, telefondan ibâret olduklarını düşündüm. Sekülerleşmenin İslam dünyâsında nasıl bir tahakküm kurduğu, Müslümanların maksatlarının mahiyetinden belli değil mi? Filmde o kadar temiz, o kadar doğru bir şahsiyet var ki karşımızda, “bu zat Müslüman ise ben neyim” demeden izleyemiyorsunuz açıkçası.
Bu nevî insanların -tabii doğrusunu Allah bilir- Hakk katında dereceleri âlî olduğundan yaptıkları en küçük bir hatâ da o nispette büyük olur. Tasavvufta buna “hasenâtü’l-ebrâr, seyyiâtü’l-mukarrabîndir” derler. Yani birr ü takvâ sahibi olanların hasenatları, mukarrabîn sınıfındakiler için seyyiâttır. Bu prensip bilinmeden “ağaç” üzerinden anlatılan metafor da anlaşılamaz. Bu yanlışı belki acenta sahibi yapsa, böyle bir netice ile karşılaşmazdı. Mekteplerde sınıfın çalışkan talebeleri vardır ve onlar haylazlara uyar bazen; hocaları ‘bâri sen yapma, senden beklemezdim’ derler. İşte aynı bunun gibi. Hâlis kullar, bu makâmı elde ederler de; elde tutmak için hayli meşgûl olurlar.
Hayatı gitgide zorlaştırıyoruz. Dünyevî olanı uhrevî olana tercih ediyoruz. Gâyemizi, ontolojimizi kaybedeli uzun zaman oldu. Bir an evvel Richard Sennett’in dert edindiği “nasıl bir hayat yaşamalıyız”a cevap bulmamız gerekiyor. Yeni bir hayatı inşâ etmek, İslâm dünyâ görüşünün ne mânâya geldiğini idrak etmek vebâliyle vicdanlarımızın sızlaması icâp etmiyor mu artık.
Batı’nın kirli gözlükleri
Şarkiyatçılık dediğimiz disiplin -ki bu daha çok Oryantalizm olarak kullanılmaktadır- temelde Batı’nın Doğu’yu kendi gözlüklerinden anlatma ilmidir. Bunu “doğu dünyasını araştırmak” olarak masum göstermeye çalışanlara karşı Edward Said, madalyonun diğer yüzünü göstermiş; art niyeti delilleriyle eserinde zikretmiştir. Dünyanın doğu denilen kısmı hakkındaki ideolojik tahayyülleri ve maksatları eserinde resmetmiştir.
Kendisini özne konumuna yerleştiren Batı, yuvarlak olan dünyanın harita merkezine kasten kendisini yerleştirerek bütün dünyada “eurocentrik” anlayışı şuuraltına işletti. Doğunun efsunlu dünyasına girerek, oradaki tabiî ve yeraltı kaynaklarını istismar etmeye kılıf hazırlayan ve bunu sistematik hâle getirmeye çalışmak için kendisine bir ağ oluşturdu. Onun için Hammer, İbn-i Haldun’a ‘Arap Monteskiyosu’ demeden kabul görmedi o coğrafyada bu büyük âlim.
Mehmet Genç hoca ile sohbet ederken “dünyanın en estetik teorisini ortaya at, İngilizce yazmadıkça, hiçbir mânâ ifade etmez” demişti. Hakikaten de öyle. İlim yalnız bir dilde yazılmak üzerine bir tahakküm kurulmaya çalışılıyor iki asırdır.
İlk büyük kırılma Napolyon’un 1798’de Mısır işgaliyle oldu. Çünkü Napolyon bir büyük ilmî(!) heyet ile sefere çıktı ve hedefine bir “sefer arşivi” kurmayı koydu. Gemisinin adı “Orient” idi ve kendisini Müslüman olarak tanıtmıştı. Burada câlib-i dikkat olan husus Mısır’ın işgâl mahalli olarak tercih edilmesidir. Mısır’ın seçilmesi asla bir tesâdüfe bağlanamaz. Çünkü Mısır’ın dünyâ târihindeki yeri, medeniyetin doğum yeri, ilim ve sanatın merkezi olarak temâyüz etmiştir. Mısır’ı ele geçiren modern güç önce kendi kuvvetini ispat edecek; ardından Mısır’ın geleceğini Avrupa’ya irtibatlı hâle getirecektir. Böylelikle bu coğrafyanın ileri gelen isimleri olan Homere, İskender, Sezar, Platon ile kesişecekti. Nihâyetinde Doğu’nun tabiî bir uzvu olma keyfiyetini elde edecekti.
Doğu’ya Batı heyulâsını ispat için öyle ince fikir sahibidirler ki bu adamlar, Said’in satırlarını okurken hayretlere düşmekten insan kendisini alamaz. Ezcümle, Büyük Britanya Devleti’nde, 19. yüzyıl boyunca Hindistan’daki ve diğer yerlerdeki umumî vâlileri elli beş yaş gibi çok erken bir tarihte tekaüde ayırma âdeti ortaya çıktığında oryantalizmin gidişatı çok ince bir noktaya ulaşır. Artık hiçbir Doğulu, bir Batılı idarecinin ihtiyarladığını ve çöktüğünü göremeyecektir. Buradaki psikolojik ambargoyu şerh etmeye lüzum olmasa gerek.
Said diyor ki: “Oryantalizm’i bir muhakeme üslûbu olarak incelemeksizin, Avrupa kültürüne Aydınlanma Çağı sonrasında Doğu’yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik, ilmî ve fikrî bakımdan idâre etmek ve hatta istihsâl etmek imkânı yoktur. Ayrıca, Oryantalizm öyle ‘hâkim bir mevki’ sahibiydi ki Doğu hakkında yazı yazan, düşünen yahut Doğu’da bir faaliyette bulunan hiç kimsenin, Oryantalizm’in düşünüş ve faaliyete getirdiği sınırlamaları hesaba katmaksızın muvaffak olmasına imkân yoktu. Kısacası, ‘Şarkiyat yüzünden, Şark,’ düşünce ve fiile hür bir biçimde muhatap değildir. Oryantalizm’in, Oryent (Doğu) hakkındaki her sözü tek taraflı olarak belirlediğini kaydetmiyoruz ama onun (ne zaman o belli varlık, Şark söz konusu olsa) kaçınılmaz olarak (devreye giren ve) tesir icra eden ‘menfaatler örgüsü’ olduğunu söylüyoruz.”
Oryantalizm, harsî (kültürel) ve hatta ideolojik bir açıdan, arkasında müesseseler, kelimeler (ilim, tasvirler, doktrin hatta müstemleke bürokrasileri ve müstemleke usulleri), mefhumlar olan bir muhakeme biçimini ifade ve temsil eder. “Doğu” ile “Batı” arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayırıma dayalı bir düşünüş biçimidir. Yani aralarında şairler, roman yazarları, düşünürler, siyaset teorisyenleri, iktisat âlimleri ve imparatorluk idarecileri olan geniş bir yazarlar kitlesi, Doğu, Doğu halkı, teamülleri, “zihniyeti, kaderi, vs.” konusunda detaylı teoriler ortaya koyarken, destanlar ve sosyolojik tasvirler yazarken, siyasî raporlar verirken, “Doğu ile Batı arasındaki temel ayırımı” başlangıç noktası ihdas etmişlerdir. İşte bu Oryantalizm’in bünyesi Aşil’i, Hugo’yu, Dante’yi ve Marx’ı artık içine alacak şekilde genişletmiştir.
Dünyayı anlamak için temel eserlerden biridir Edward Said’in kitabı. Türkiye’de bazı mağrur akademisyen ve gazetecilere kendisini beğendirememiştir gelin görün ki. Onun nazarî bakışını ele almadan, kimisi Bernard Lewis ile girdiği münakaşadan, kimisi İngilizce yazmasından, kimisi de az kaynağa bakmaktan O’nu tenkit etti. Bu benim için ‘Turgut Cansever arşiv vesikası kullanmadı’; ‘Mehmet Ali Kılıçbay Osmanlıca bilmiyor ki’ kabilinden kayda değer bir tenkit tarzı değil, ucuzculuktur. Verilecek en güzel cevap da “yazın da görelim” olur herhalde.
***
Bizzat hatalısınız!
İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçtiğimiz 20. asrın başları, Türk milletinin bir çorabın ters-yüz olması misâli birçok değişikliğe sahne olmuştu. Yıllardır mekteplerde öğretilen uydurma “devrim” kelimesi denilen “inkılâplar” içerisinde, geleceğimize en çok tesir edeni şüphesiz lisân inkılâbıdır. İsmet Özel’e göre “geçmişimizi değil, geleceğimizi elimizden alan” inkılâp, Kadir Mısıroğlu’na göre “hilâfetin kaldırılmasından daha büyük yaralar” açmıştır. (Bu ara her ikisine de acil şifa niyaz ediyoruz)
Kültür hayatımızın bu en mühim değişikliği temelde iki safhada gerçekleşti. Birincisi Arabî-Farisî harflerin Lâtin harfleriyle tebeddülâtı; ikincisi ise dilimizde var olan kelimelerin nisyâna terk edilerek yerlerine ya Batı menşeli yahut “uydurma” bir kelimenin ikâmesi…
Kültür hayatımızda bu telâfi edilemez yara, uydurma kelimelerin yaygınlaşmasına ilâveten doğru kelimelerin de kullanım hatalarına sebebiyet vermiştir. Bunda “kaf”, “kef” ayrımının mevcut alfabede olmayışı gibi teknik sebepler olmakla birlikte, doğru Türkçe konuşanların azalmasının ve dolayısıyla doğru telâffuzun duyulamamasının da tesiri vardır.
Yanlış kullanılan kelimelerin başında “bizâtihi” gelmektedir. Bu kelimeyi Türkiye’de bazen Türkçesine en güvendiğim insanlar bile yanlış kullanmaktalar maalesef. “Bizâtihi”yi, çoğu zaman “bizzat” yerine kullanmakta ve hatâ etmekteler. Oysa “bi’z-“ eki Arapça menşe’li olup, “-e, ile, -rek” mânâsına gelir ve eklendiğinde şemsiye harfleriyle başlayan kelimeleri zarf yapar. Bu noktadan hareketle “bizâtihi” bugünkü kullanımıyla “kendiliğinden” demektir. Hattâ “müteharrik bizâtihi” eski lisânımızda “kendiliğinden işleyen, otomatik” mânâsına gelir.
Bu kelimenin bir de pek bilinmeyen ve kullanılmayan şekli vardır ki, o da “lizâtihi”dir. Bu daha çok eskitilmiş (kasten) Türkçe’de karşımıza çıkmaktadır. Her iki kelimede dediğimiz gibi “kendiliğinden”in yerine kullanılır. Bunu yanlış olarak kullananlar misâlen “bizâtihi kendim yaptım” diyerek “bizzat kendim yaptım” diyeceklerine, kulaklarına hoş gelen bir kelimeyi hatalı kullanmaktadırlar.
Oysa kelimenin doğru kullanımı yakın zamanda kalp krizi geçiren mütefekkirlerimizden -her ne kadar özellik gibi bir uydurma kelimeyle cümlesini devam ettirse de- İsmet Özel’in kullandığı gibi “Edebiyatı yok etmeye kalkarsak konuşma dili bizatihi özelliğini kaybedecek, yoklaşacaktır” şeklinde olmalıdır. Bunun gibi “kapı bizâtihi açıldı” diyerek doğrudan ‘kendiliğinden’ kelimesine karşılık olarak cümle içerisinde doğru bir şekilde kullanılmalıdır.
Lisânı doğru kullananların azalması kanaat-i âcizâneme göre mürekkep yalamışları bu nevî hatâlardan müstağni kılmaz. Zîrâ bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgatlarımız, neticede kâğıt isrâfı olsun diye basılmıyorlar. Kendisini münevver namzedi görenler, ellerinin altında mutlaka lügat bulundurmalı; akıllarına güvenmek yerine lügat kullanmayı alışkanlık hâline getirmelidirler