Ancak 12 Eylül öncesine yetişenler ‘kurtarılmış bölge’ ifadesinin gerçekte ne manâya geldiğini bilir. Kurtarılmış bölgeler, hem devletin, hem vatandaşın öyle kolay kolay giremediği, örgütün deruhtesindeki yerlerdi. Bugün de vardır öyle yerler; ne yazık ki. Boğaziçi Üniversitesi bir kurtarılmış bölgedir. Üniversitenin kuruluş hikâyesi de dudak uçuklatıcıdır ayrıca.
Üniversitenin işgal ettiği alanın büyüklüğü hakkında bir bilgiden mahrum bırakıldığımızın farkında değilizdir pek. Ve o devasa alanın içinde nelerin bulunduğundan da. Ve elbette Rumelihisarı Şehitliği’ni de pek bilmeyiz; o şehitlik içerisinde bulunan Nafi Baba Tekkesi’ni de. Tekke binası şimdilerde yeniden ihya edildi. Ne âlâ demek durumundayız, değil mi? İçimizi bir sürurun kaplaması lâzım; büyüklerimizle iftihar etmemiz.
Fetih Şehitliği’nin üstüne köpek barınağı
Kazın ayağı öyle değil tabii. Kimi tuhaf şark kurnazlıkları tam da bundan sonra başlıyor asıl. Fetih Şehitliği arazisinin üstünde bugün bir köpek barınağı var! Evet, köpek barınağı. Kimse şehit kabirlerinin üzerine hangi maksatla inşa edildiğine anlam
verilemeyecek bu köpek barınağının varlığını inkâr etmiyor; ama gidip görmenize, hele hele görüntülemenize de müsaade edilmiyor. Hâlbuki Müslümanlar için o şehitlik, Uhud Şehitliği’nden sonra gelen toplu şehit kabristanı. Anlaşılacağı gibi burası İstanbul’daki ilk şehitlik. Nime’l Ceyş veya Şüheda Kuyusu diye anılmakta burası. Fethin öncesinde buraya gelen öncü kuvvetlerin arasında şehit edilenlerin topluca gömüldüğü, İstanbul’daki ilk şehitliğimiz, iyimser bir ifadeyle söyleyelim, günümüzde tam bir virane.
İlk tekke, ilk mühür
Nafi Baba Tekkesi ise İstanbul’daki ilk Bektaşi tekkelerinden. Bazı kaynaklara göre ilki. Fakat muhtemelen Avrupa yakasında kurulan ilk tekke. Fethin ardından kurulan tekkenin ilk şeyhi Ali Baba. Aynı zamanda vakfiyeye de sahip olan tekke, Bektaşiliğin yasaklandığı 1826 yılına kadar hizmet verir.
Yasağın ardından tekke yıktırılır. Şeyhi Mahmut Baba sürgün edilir. 6 yıllık sürgünün ardından affedilen şeyh, tekkeyi yeniden yaptırır ve ihya eder. Bu arada şeyh, Bektaşiliğin yanında Nakşi icazeti de almıştır. Elbette tekke de artık bir Nakşi tekkesi kimliğiyle tekrar açılabilmiştir.
Oğlu Nafi Baba döneminde tekke hayli faaldir. Tekke 1925 yılına kadar faaliyetlerini sürdürür. Müdavimleri arasında nice devlet ricali var. Tam adı Mehmet Abdünnafi olan Nafi Baba’nın müdavimlerinden biri de Filozof Rıza Tevfik.
Sevmek Zamanı’nın yönetmeni Metin Erksan da vasiyeti üzerine Nafi Baba Tekkesi Haziresi’nde yatmakta.
Dua Meydanı’nda rakı içmek
Fakat tekkenin bulunduğu yerin asıl kıymeti ve sembolik önemi çok başka. Bilindiği kadarıyla Fatih Sultan Mehmet, fetih sırasında otağını burada kurar. Hatta fethin müjdesi geldiğinde ilk dualar burada edildiği için yerin başka bir adı da Dua Meydanı…
Tekkenin haziresindeki mezartaşlarından biri 1451 tarihli ve Şeyh Bedreddin’e ait. Fethin öncesinde Akşemseddin ile buralara gelen Şeyh Bedreddin, fethin hazırlıklarına şahsen katılır.
Muhitin Osmanlı zamanındaki adı Şehitlik Dergâhı. Bilin bakalım, şimdi bu dergâhın mekânında köpek barınağından başka ne var? En fazla 20-25 kişiye hizmet veren bir helikopter pisti. Osmanlı’nın haremi ismetine helikopter pisti.
Pistin bulunduğu alanın dışı kelimenin tam anlamıyla mezbelelik. Bugünlerde gidip görmek imkânsız ama oraları zaten terk edilmiş hükmündeydi yıllarca. Etrafta çöpler, içki şişeleri…
Sözü geçen bütün bu yerler Boğaziçi Üniversitesi’nin bünyesinde.
Robert Kolej’in Misyoner Kurucusu
Bugün Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşen okulun ilk hâli Robert Kolej; malûm. Kolejin kurucusu Amerikalı misyoner Cyrus Hamlin. Eğitimci şapkasının altında başka şapkalar da taşıyan bir isim.
1863 yılında nihayet hayatını adadığı amacını gerçekleştirdi ve Robert Kolej’i kurmayı başardı. Protestan bir misyoner, eğitimci ve müteşebbis. İstanbul’a ilk geldiğinde kuracağı okul için ‘tarihi önemi haiz’ bir mekân arar. Sembolik bir mekân yani. Kolej teşebbüsüyle o sembolün temsil ettiği değerleri tersine çevirmeye girişeceğini açık eder. Sonuçta karar kıldığı yer, manidar: fethin otağının kurulduğu sembol mekânın bulunduğu arazi.
Şöyle bir rivayet vardır:
Cyrus Hamlin’in Rumelihisarı’ndaki Şüheda Kuyusu’nun yakınlarında bir kayaya çıkıp “Fatih’in İstanbul’u fethettiği bu surların tam dibinden, bu milletin kültürünü fethedeceğim ben de.” diye söylediği rivayet edilir. Belki biz de antropologların dediği gibi düşünmeliyiz: “Ne kadar garip gelirse gelsin, her rivayetin en az yarısı doğrudur.”
Bu açıdan bakınca karşı-fetih hangi aşamada sizce?
Söz burada biter.
Yeni bir Macbeth’imiz var
Shakespeare’in yarattığı en ünlü karakterlerden biri kuşkusuz Macbeth. Kendi döneminden çok günümüz delikanlısını andıran tereddütlerin adamı Danimarka Prensi Hamlet, aşkına kavuşan ama huzuru ebediyen yitiren Berberi Komutan Othello ve elbette iktidar hırsının insan üzerindeki önlenemez tutkusunun şahika hikâyesinin simgesi İskoç Kralı Mac Bethar. Bizim bildiğimiz adıyla Macbeth.
Oyun aslında ünlü piyes yazarının en kısa tragedyası. Fakat en çok sahnelenen ve aynı zamanda sinemaya da kısmen, tamamen veya örtük bir biçimde en çok uyarlananı. İlk uyarlama John Emerson’dan. 1916’daki bu uyarlamadan sonra 1948’de en ünlü sinema uyarlamasının altındaki imza Orson Welles’tir. Welles filmde aynı zamanda oynar da.
1971 tarihli Roman Polanski uyarlamasını unutmak kabil mi? Ya Throne of Blood adıyla Kurosawa’nın Japonya’ya uyarladığı ve Toshiro Mifune’un başrolünü oynadığı 1957 yapımı gizli hazine? Onlarca uyarlamadan ilk akla gelenleri bunlar.
Yeni bir şey söyleyebilmek
Justin Kurzel imzalı yeni Macbeth’in başrollerinde Michael Fasbender ile Marion Cotillard var. Piyes üç kişilik bir senarist ekiple sinemaya taşınmış. İlk uzun metrajı Snowtown ile 2011’de Cannes’da küçük bir ödül almayı başaran Avustralyalı yönetmen, kahraman bir komutan karakterinden, bile isteye kötülüğü seçen bu ihtiras kumkuması tipolojisine dönüşen Macbeth’e ne kattı? Daha doğrusu, ne katacağını sandı? Belki de yönetmen bu soruyu kendisine de sormuş ki gayet emin bir yol seçmiş: Shakespeare’ın metninden çok, başarısını kanıtlamış Welles’ın uyarlamasını esas almış. Bu gözle filme baktığımızda aslında bir remake’den sözediyoruz demektir.
Bol kanlı ve bir o kadar da kan dondurucu filmin en akılda kalan yönü kuşkusuz görüntü yönetimi. Adam Arkapaw imzalı görüntü yönetimindeki hakim sarı ve kırmızı tonlar, -O beylik yargıyı kullanmakta beis yok.- az bulunur bir göz şöleni. Belki de yönetmen, filme veya temaya ciddi bir yenilik getiremeyeceğini hissedince koltuğunu örtük bir biçimde görüntü yönetmenine terk etmeyi tercih etmiş.
İyi ki de öyle yapmış. Üstelik, bu da iyi bir taktiktir icabında.
Macbeth kâhinlerle karşılaşmasaydı
1000’li yılların İskoçyası’nda Kral Duncan’ın ordusunda general olan Macbeth’e, zafer elde ettiği bir savaştan başkente dönerken karşılaştığı üç kâhin, kendisine ‘üç vakte kadar’ kral tacı giyeceğini söyler. Bu kehaneti bir türlü aklından atamayan Macbeth, karısının da yardımıyla kralını öldürür ve tahta geçer.
Macbeth’in trajedisi kral olunca bitmez; tersine, başlar. Artık karısı dahil, çevresindeki herkesten şüphelenmektedir. Her insan haindir onun gözünde. Bir kraldan çok, tahtın huzursuz nöbetçisidir sanki. Yönetme tutkusu, sürekli teyakkuz hâli gitgide yalnızlaşmasını doğurur. Zaten çevresindeki herkesi potansiyel tehlike saydığı için kellelerini almakta beis görmez.
“Kötülük insanın doğasında mıdır, yoksa sonradan edinilen bir özellik midir?” gibi birçok ciddi sorunun yanında, “İnsanın başarısında güdülenmenin oranı nedir?” türünden meselelere de değinen hikâye, haftanın ilgi çeken yapımı. Görüntüleri için bile büyük salonda izlenmeye değer. Ola ki filmin ardından bir nefs muhasebesi filân gelir.