Modern sanat eserlerini anlamakta ne diye bunca zorluk çekiyoruz acaba?
Modernitenin doğuşunun güneşin battığı topraklarda yaşanması mı bunun sebebi yalnızca? Öyle olsaydı modern bilimi ve tekniği de anlamamamız gerekmez miydi? Hâlbuki üretim aşamasında pek bir katkımızın bulunduğunu savunamazsak da, modern bilimi de, modern tekniği de pekâlâ kavramakta bir sıkıntı yaşamıyoruz ama iş modern edebiyata, modern sanata geldiğinde düpedüz çuvallıyoruz.
Modernite Avrupa’ya özgü bir anlayış. Biz yalnızca tüketim aşamasında kalmaya mahkûm bırakılmışız. Doğru. Daha önemlisi, biz başka bir kültürün; bambaşka bir insan, çevre, toplum ve evren anlayışının çocuklarıyız. Bizim zihnimizin içerisinde şekillendiği kültürün temel ilke ve terimleri ile içine sürükletildiğimiz kültürün temel ilke ve terimleri taban tabana birbirine zıt. Aynı kavram ve terimlere ayrı anlamlar yüklediğimizi sıklıkla gözardı etme durumunda kalıyoruz. Doğrusu bu, kaçınamadığımız, belki de kaçınamayacağımız bir durum.
Hayır! Bir şikâyet değil, bir övgü bu.
Ben şikâyetçisi olduğum meseleyi şöyle özetlemekten yanayım:
Bazı yazarlar Türklere gıcık mı?
Balzac, Flaubert, Zola, Tolstoy… Hatta Dostoyevski.
Bu isimleri okumak ve en azından bu tür yazarların ‘ne söylendiğini’ anlamak için ortalama bir kültür yeterli iken; acaba aynı durum Faulkner, Kafka, Joyce ve Woolf türü yazarlar için geçerli mi? Edebiyat ilgisini bu alanlara kaydıran bir okur, ne diye bu soydan yazarları, öncekiler denli kavrayamamakta? Söylediklerini çoğun ‘kuru gürültü’ veya ‘gereksiz lâf ebeliği’ sanmakta; dahası ‘can sıkıcı’ bulmakta? Nedir bu yazarlarla Türk okuru arasındaki mesele?
Bir de şu: Acaba bu tür yazarlarla yalnızca Türk okurunun mu bir sorunu var, yoksa başka kültürlerde de böylesi yazarlarla okur arasında sorunlar var mı?
Dilerseniz ilkin içimizi ısıtalım: Evet, yukarıda anılan türden yazarlarla okur arasındaki ‘anlaşılmazlık’ sorunu ülkemize özgü ve bizimle sınırlı değil. Dünyanın başka yerlerinde de Joyce, Woolf, Faulkner, Breton, Robbe-Grillet gibi yazarlar şıppadanak anlaşılmaz. İlkin şunun altını çizelim: Anlaşılmamak, aklı başında bir yazarın ta baştan amaçladığı bir şey olamaz. Bu, daha çok okurun şikâyetiyle gündeme gelen bir durum.
Açıkça belirtmeli: Eline kalem alan her yazar (veya yazar adayı) yazı alanında uzun soluklu bir at koşturma niyetiyle işe sıvanmışsa anlaşılmayı baştan amaçlar. Ne ki yazarın anlaşılma amacıyla hedeflediği oran ile vakıa, sıklıkla örtüşmeyebilmekte. Daha ilginci, sözkonusu durum yalnızca edebiyat adamları için geçerli değil. Anlaşılamamak, düşünürlerin de, kimi konulardaki tespitlerini, gerek deneme formatında, gerek makale biçiminde sardeden yazarların da müşteki oldukları (Çoğun olundukları da…) bir durum.
Bilimi ağyardan gizlemek
Bir yazarın asla düşmek istemeyeceği durumların başında muhatabını bulamamak gelse gerek. Çünkü her yeni düşünce, her taze iddialı görüş, her yakalanan tespit, ilkin paylaşılmak, paylaşıldıkça da yaygınlaşmak, kalıcılaşmak, kısaca çoğalmak ister. Bir düşüncenin çoğalması için de anlaşılmaktan başka bir yol henüz bulunmuş değil. Gerçi kimi anlayışların yaygınlaştırılması için üzerlerine tülden bir peçe örtülmesi, kimileyin işe yarıyor ama o takdirde de, tülün altında, mutlaka dişe dokunur düzeyini aşan bir şeyler bulunmak durumunda.
Kimi düşüncelerse daha baştan kitleyi, kitle tarafından anlaşılmayı amaçlamaz. O yüzden de yaygınlaşmak gibi bir niyet taşımaz. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Daha düne değin, birçok bilim metni, bırakalım kitlece anlaşılmayı, uzman meslektaşlarca da kavranılmasın diye özel şifrelere, binbir türlü peçeye büründürülmekteydi. Bu minvaleki en ünlü örneği analım: Da Vinci’nin dönemine göre yenilikler barındıran bazı metinleri, zaten kitlece okunması zor bir dil durumundaki Lâtince kaleme alındığı hâlde, bu yetmiyormuş gibi, ancak bir aynaya tutulduğunda okunacak biçimde tersten yazılmıştı. Kimi mistik, ezoterik, gnostik, okültist metinlerin barındırdığı sırriliği anmaya bile gerek yok.
Zaten yazarın, konumuz gereği edebiyat yazarının bu çeşit şarlatanlıklara veya zorunluklara ihtiyacı yok ki. O, tarihin hiç görmediği denli bir potansiyel muhataba sahip ve zaten masabaşına geçme sürecinde paylaşma dürtüsü başatken, ne diye kendisi ile okuru arasına ket koysun ki!
Edebiyata yakın durmak
Öte yandan, modernite sonrasında yazının kaderi belli: karanlığa taş atmak. Kim dinler, ne anlar, ne kadarını anlar; amaçlananla anlaşılan arasındaki uçurum nasıl kapatılır? Modernliği, dönem açısından denk gelme bakımından değil de zihniyet bakımından hakkeden yazar, bu türden sorulara ta en baştan kapılarını kapar. Çünkü okurunu seçen yazardır modern yazar.
Bir kere şunu anımsamak durumundayız: Edebiyat kendisine yakın durulmasını gerektirir. Bu, edebiyatın doğası gereği bir zorunluluk. Peki edebiyata yakın durmak ne demek? İşte konunun bam teline yakınlaşma şansını yakalayabileceğimiz ân: Demin, gerçek anlamda bilim ve felsefe metinlerine yakınlaşmak için, herkesin rahatlıkla kabulleneceği bir şey söylemiştim ya. Hani şu, gerekli literatüre vukufiyet diye özetlenebilecek durum. Yani yalnızca daha önceden o konuda kimin neler söylediğini bilmek değil, aynı zamanda söylenilenlerdeki temel terimleri de kuşanmışlık zorunluluğu… Kısaca ve gerçek anlamıyla genel kültür denilen hadise… Ve gerektiğinde onun üzerine mebni özel kültür.
Niçin önhazırlık zorunlu?
İşte benim, ülkemiz aydınlarında anlamadığım durum da zaten buradan başlıyor: Bilim ve felsefeye tanınan bu hak, ne diye özelde modem edebiyat, genelde modern sanat için de geçerli görülmemekte? Çünkü en sığ bakışın bile rahatlıkla kavraması gerekli (dahası zorunlu) durum zaten tam bu: Modern edebiyatın ve sanatın da son yüzyılda biriktirdiği ‘literatüre’ vakıf olunmadan, bu tür metinlerin yanına, yakınına yakınlaşabilmek imkânsızdır.
Deminki genellememde bir haksızlık payının barınabileceğini gördüğüm için hemen belirtmek durumundayım: Ülkemiz aydını için söylediğim bu yanlış anlama durumu, daha çok (Ne yazık ki o siyasi ayrıma başvurmak durumundayız.) sağcı-muhafazakâr çevre için geçerli. Hâlbuki edebiyatı amaç edinen yazar, (Bu kitleye, has edebiyat okurunu da rahatlıkla dahil edebiliriz.) edebiyatın kendisi kadar kuramıyla da haşır-neşir olmak durumunda. En iyi edebiyat okuru, dolayısıyla edebiyatçı anlamında yazarlığa en yakın kişi. Demek ki edebiyat eğitimi demek, bu yakınlaşmanın sağlıklı kurulabildiği kültürel ortam demek.
Belli ki bu pilâv daha çok su kaldıracak.
Haftaya devam edeceğiz.
Herkesin Sezen Aksu’su kendine
Bu ülkede çok az insana nasip olan bir vasfın sahibi.
Bir pop şarkıcısı olduğu hâlde toplumun her kültür düzeyinden insanının sevdiği, söyleyebildiği, bilemedin mırıldanabildiği en az bir şarkısı vardır. Bütün o Cumhuriyet Tarihi boyunca bu vasıfta kaç pop müzisyeni çıkarmışızdır dersiniz? Evet, ölçütü bir kere daha hatırlayalım: Hem ilkokul üçüncü sınıftan terk, hem ortaokul ve lise mezunu, hem de üniversitede öğretim üyesine seslenebilmek!
Bu kategoriye giren biricik şarkıcımız, Beni Kategorize Etme diyen Sezen Aksu…
Sezen Aksu’nun son albümü ise çok farklı. Albümün ilk özelliği bir orkestra tarafından yorumlanması. Orkestra ise İngilizler’in ününü dünyaya yaymayı başardıkları The Royal Philarmonic Orchestra. Daha önce Pink Floyd, Queen, Sting ve ABBA gibi çok tanınmış müzisyenlerin şarkılarını çoksesli yorumlayan orkestra, bu kez Sezen Aksu’nun 15 parçasını seslendiriyor.
Sezen Aksu’nun çoksesli yorumu
Masum Değiliz, İstanbul İstanbul Olalı, İkinci Bahar, Seni Kimler Aldı ve Ben Sende Tutuklu Kaldım gibi parçaların seslendirildiği albümün hazırlık aşaması bir yıldan fazla. Erdal Kızılçay’ın orkestra için yeniden düzenlediği parçaları 70 kişilik orkestra seslendirirken şef Marcello Rota’ydı. Bu seslendirme için aranjör ile şef uzun zaman birlikte çalıştı; defaatle orkestrayla provalar yapıldı.
Sonuçta Türkiye’de eşi-benzeri görülmemiş, her türlü müzik ilgilisine seslenen bir iş çıktı ortaya. The Royal Philarmonic Orchestra Plays Sezen Aksu adlı albüm, bütün dünyada hem CD ve plak, hem de DVD formatında yayınlanmış durumda.
Bir semtten tarihe bakmak
Kendi alanında dünya çapında tanınan veya yurt sathında bilinen insanların hayat hikâyelerini, uğraş alanlarındaki katkılarını, kendilerine özgü anlayışlarını ele alan biyografiler yahut monografiler bizde pek rağbet bulmaz. Hem yazıya dökme açısından böyledir bu makus talih, hem de yazılmışı okuma bakımından.
Bizde esamisi okunmayan edebiyat türlerinden biri de şehrengiz. Hâlbuki kökü beşyüz yıl önceye dayanan şehrengiz, mesnevi formunun bir alt türüydü ve bir şehrin güzelliklerini ve elbette güzellerini anlatırdı. Zamanla bir şehrin genel yahut özel tarihini anlatan eserlerin adı hâline geldi şehrengiz.
Gökhan Akçura bir popüler tarih araştırmacısı. İlginç mevzuların meraklısı. Ve iyi ki bu meraklarının birikimlerini paylaşmadan edemeyenlerden.
Yarım asırlık semt
Son kitabının konusu ise Piyalepaşa Semti’nin hikâyesi. Geçmişten Günümüze Piyalepaşa – Tarih, Yapılar ve Semt adıyla aslında iki ayrı kitap yayınlandı. Biri albüm bu kitapların, öbürü kaynak eser. Ortada bir de sergi fikri var.
Turgut Yüksel’in çizimlerinin de yeraldığı çalışmada Kanuni’nin emriyle kurulan semt hakkında, tarihçilerin kuru anlatımından uzak bir dille anlatılmış ayrıntılı ve sevecen bir çalışmayla karşı karşıyayız. Mimar Sinan’ın eserleriyle bezeli, çiçek bahçeleriyle çevrili bir semt… Ve o semte adını veren Balkan kökenli veziri azam Piyale Paşa’nın hikâyesi… Günyüzü görmemiş minyatür ve haritalar eşliğinde hem de.
Kitabın ayrıntılı tanıtımının yapılacağı sergi, 19 Şubat’ta Rahmi Koç Müzesi’nde açılıyor.