Avrupa yakarken Türkler müzik dinletiyordu

17. yüzyıla damgasını vurmuş seyyahımız Evliya Çelebi, Edirne’deki 2. Bayezid Külliyesi içerisinde bulunan “Şifahane” için “Hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def’i sevda” der. Çünkü Avrupa’nın akıl hastalarını zincire vurduğu hatta yaktığı bir dönemde Osmanlılar tedavi için müzik, su sesi ve güzel kokular kullanıyordu.

Hayattaki her hâlin insana tesir ettiğine inanan Osmanlılar mûsikiyi hem ruhî hem bedenî marazların giderilmesinde kullanagelmiş. Makamlar o dönemin insanına bir çağrışımda (tedai) bulunurmuş. Mesela Hüseynî makamı gayet pastoral olmakla birlikte, Hicaz makamı rahatlık ve rehavet verirmiş. Bu yüzden çocuklara ninniler Hicaz makamında okunurmuş ki rahatlasın da uyusun. Askerî cesareti teşvik eden Rast ve benzeri makamlar bu yüzden mehterde tercih edilmiş.

İşte II. Bayezid Külliyesi’nde bulunan Şifahanenin mantığı da buradan gelmekte olup hastanenin akustiğine bu sebepten önem verilmiş. Hastaneye gelen hanende ve sazendeler (müzisyenler) haftanın belli günlerinde şifahaneye gelip müzik çalıyor, havuzun etrafında onları dinleyen hastalar da bu şekilde rahatlıyor ve hastalıklarını daha rahat yenmeleri sağlanıyormuş. Burada yalnız müzik değil, bilhassa ruhî (psikolojik) hastalıkları olanlara halı dokuma gibi bazı meşguliyetler de verilirmiş.

HANGİ HASTALIĞA HANGİ MAKAM

Osmanlı şair hekimlerinden Şuurî Hasan Efendi’nin Tadilü’l-Emzice adlı eserinde hastalıkların müzik makamları ile olan irtibatı ve hangi makamın neye iyi geldiği kısaca şöyle sıralanıyor:
 Rast Makamı: Havale ve felç illetine devadır.
 Irak Makamı: Har mizaçlılara ve hafakana faydalıdır. İsfahan Makamı, zihni açar, zekâyı artırır, hatıraları tazeler. Zengule Makamı, kalp hastalıklarının devasıdır.
 Rehavi Makamı: Baş ağrısına devadır.
 Buselik Makamı: Kulunç ve bel ağrılarının ilacıdır.
 Zirefkent Makamı: Sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisinde faydalıdır.
 Büzürk Makamı: Ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir.
 Hicaz Makamı: İdrar zorluğuna iyi gelir.
 Uşşak Makamı: Kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarının ilacıdır.
 Neva Makamı: Gönül okşayıcıdır. Kötü düşünceleri uzaklaştırır, ırku’n-nisa’ya iyi gelir (kadın hastalıkları).
 Hüseynî Makamı: Ferahlık verir. Çocukların kalp ve ruhlarının iltihabını söndürür; ateş düşürür.Farabî de asırlar evvel makamların insan psikolojisinde hangi tesirleri bıraktığını açıklamış. Mesela
 Rast: Neşe ve huzura sebebiyet verirken,
 Rehavi: Sonsuzluk,
 Küçek: Hassasiyet,
 Büzürk: Çekinme, sakınma hassalarını harekete getirirmiş.
 İsfahan: Hareket kabiliyeti ve güven,
 Neva: Lezzet ve ferahlık,
 Uşşak: Gülmeyi teşvik eder;
 Zirgüle: Uyku, Saba cesaret ve kuvvet,
 Hüseynî: Sükûnet ve rahatlık verirken,
 Hicaz:Alçakgönüllülük hissini geliştirirmiş.

Bu gibi tespitler kimilerine inandırıcı gelmeyip boş bir meşgale olarak değerlendirilse de hastaların yakılması veya zincire vurulmasından daha vahşice değil herhâlde.

***
BU NAKİL ERDOĞAN’A YAKIŞIR

 Sultan 2. Abdülhamid Han’ın üçüncü oğlu olan Şehzade Ahmed Nuri Efendi, 1924 yılında halifelik kaldırılıp Osmanlı hanedanı sürgün edildiğinde 46 yaşında bir miralay (albay) idi. Hanımından ayrı yaşadığı hâlde Fahriye Hanım kendisinden boşanmadı ve İstanbul’da kalmak yerine vefakârlığı seçti. “Efendinin ekmeğini yedim; onu gurbette yalnız bırakamam” dedi ve zevci ile beraber sürgüne gitmeyi tercih etti.

Osmanlı ailesinin çoğu Nice’de yaşadıkları için buraya geldiler. Zaten Fahriye Hanım da, 1940 senesinde burada vefat etti. Şehzâde, vefakâr ve çilekeş zevcesinin cenazesini Şam’da Süleymaniye Câmii haziresindeki aile kabristanına defnettirmeye muvaffak oldu. Her an memlekete dönme hayâliyle yaşayan Şehzâde, maddî ve manevî olarak çok büyük sıkıntılara düştü. Yaşı kemâle ermiş, elinde herhangi bir mesleği yoktu. Çünkü o bir Şehzade ve askerdi. Feneryolu’ndaki köşk yok pahasına satıldı ve parası az zamanda bitti.

2. Dünya Savaşı hanedanın durumunu daha da zor duruma sokmuştu. İş bulamayan Nuri Efendi ise, perişan bir vaziyete düşmüştü. 1944 senesi Ağustos ayında Fransız Rivyera’sındaki Digne şehrinde bir parkta açlık ve hastalıktan vefat etmiş bulundu. Bir kimsesizler mezarlığına defnedildi. 20 sene süren sürgün hayatını 66 yaşında tamamlamış oldu. Fakat eminiz ki Ahmed Nureddin Efendi sefalete mahkûm edildiği Türkiye’de yatmak isterdi. Kabristanda bulunan diğer şehzadelerimizi başta Nureddin Efendi olmak üzere aslî vatanlarında görmek isteriz. Muhterem Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan bu nakl-i kubur size yakışır. Lütfen esirgemeyin!

***

“AVRUPALILAR KEDİLERİ ÖLDÜRDÜ, VEBAYI ARTIRDI”

Dünya kasıp kavruluyor virüs belâsından. Biz de sözü “Ortaçağ Avrupa’sında Ölümle Dans” kitabının yazarı Prof. Dr. Pınar Ülgen’e bıraktık.

‘Avrupa için XIV. yüzyıl bir felâketler çağı’ diyorsunuz kitabınızda. Bu yalnızca vebaya bağlanabilir mi?
Sadece veba hastalığına bağlayamayız. XIV. yüzyılda önce 1315 tarihinde “Great Famine” olarak geçen “Büyük Kıtlık” gerçekleşmiş ardından cüzzam hastalığı, veba salgını, uzun süren savaşlar yani yüzyıl savaşları, ekonomideki çöküş yani finansal kriz, bankaların iflası ve de Avrupa’yı yüzyıllardır meşgul eden Papa-İmparator çekişmelerinin ardından “İkili Papalık” sistemi… Bununla birlikte çeşitli heretik akımlar da Avrupa’yı yeni süreçlere hazırladı. Dolayısıyla bunlar, bu yüzyılın felâketler yüzyılı olarak adlandırılmasına sebep olmuştur.

Veba salgını sırasında Avrupalıların kedileri öldürdükleri ve taşıyıcı fareler sebebiyle salgının önlenemez olduğu söyleniyor. Bu doğru mudur?
Evet doğrudur. Papa IX. Gregorius Avrupa’daki Heretik yani sapkın gruplara yönelik bir mücadele başlatılmıştı. Hatta bu noktada cadılar gibi kedilerin de şeytanla işbirliği yaptığı şeklinde bir batıl inanç ortaya çıkmış ve cadılarla birlikte kediler de yakılmıştı. Salgının cadılar yüzünden ortaya çıktığı dahi söylenmişti. Cadı olduğuna inanılan kadınlar, hastalığın yayılmasını önleme maksadıyla diri diri yakılmıştı. Orta Çağ Avrupa’sında kedilerin, parlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden “cadıların büyülü hayvanları” olduğuna dair bir inanış hâkimdi. Kediler IX. Gregorius tarafından 1233’de yayınlanan “Vox in Rama” adlı bir papalık bildirgesiyle öldürülmesine karar verilmişti; özellikle siyah kedilerin. Aslında kedileri öldürerek salgının yayılmasına sebep olmuşlardı. Çünkü veba salgını, yani “yersinia pestis” yaygın bir fare biti tarafından taşınan bir mikroptu.

Bu meşhur salgına karşı ne gibi tedbirler alındı?
En başta bir veba broşürü hazırlanmıştır. Burada şunlar yer almaktadır: Aşırı yemek yenilmemelidir; yakın ilişkilerden kaçınılmalıdır. İnsanlar birbirinden uzak durmalıdır. Tüketilen yiyecek miktarına dikkat edilmeli ve özellikle baldan uzak durulmalıdır. Kullanılan kokulara da dikkat edilmeli özellikle amber, misk, biberiye, limon renkli zerdeçal, karanfil, Hindistan cevizi gibi kokular kullanılmalıdır. Fazla et tüketilmemelidir ve de fazla şarap içilmemelidir. Sirke özellikle temizlik için kullanılmalı fakat miktarı abartılı olmamalıdır. Bu broşürden başka, vebadan ölenlerin eşyaları ve yatakları gömülürken yaşadıkları evler, dumanla dezenfekte edilip sirkeyle temizlenmiştir. Veba olan şehirlere girişler yasaklanmış; tıp fakültelerinde de bazı tedbirler alınmıştır. Bu durum, cerrahinin, otopsilerin ve organ kesme derslerinin de yasaklandığı anlamına gelmekte. Veba ile ilgili alınan tedbirlerin başında ise tecrit gelir.

Hastalığın bitmesiyle Avrupa nüfusunda nasıl bir değişim olmuştu?
1340’lı yıllarda vebadan Kuzey Fransa’nın kent nüfusunun %10’u, Floransa’daki 90-100.000’lik nüfusun 15.000’i öldü. Londra’daki ilk ölüm vakaları pnömonik vebadandı. Burada toplam 100,000’in üzerindeki ölü sayısı bulunmaktadır. Rahiplerin yaklaşık % 60’ı ölmüştür. Avrupa kıtasının nüfusu, 76 milyondan 50 milyona düştü. Norveç ve İzlanda’nın üçte ikisi, Bristol nüfusunun onda dokuzu, Avignon’da 150 bin, Paris’te 50 bin, Londra’da 100 bin kişi, Venedik nüfusunun % 70’i, Ceneviz’in % 68’i, Floransa’da 45 bin, Marseilles’te bir ayda 16 bin, Siena’da yetmiş bin, St. Denys’de 14 bin, Strasburg’da on altı bin, Lubeck’te dokuz bin, Basle’de 14 bin, Erfurt’ta 16 bin, Weimar’da 5 bin, Limburg’da 2500 kişi öldü. Venedik’te ise yaklaşık günde 600 kişinin öldüğü söylenmektedir.

Günümüzdeki salgınla mukayese edilirse ne gibi farklılıklar var sizce?
Biri 14. yüzyılda gerçekleşmiş; diğeri 21. yüzyılda. Çıkış noktaları hayvanlara dayanıyor. Alınan tedbirler de benzer. Temizlikten seyahat kısıtlamalarına, karantina uygulamalarına kadar her şey. Hatta o dönemde kediler öldürüldü diye vebanın bir tür intikam olduğuna dair bir inanış hâkim olmuş; hastalık, “Tanrı’nın Gazabı” olarak adlandırılmıştı. Günümüzde de teknolojinin fazla gelişmesinden dolayı insanoğlunun doğayı ele geçirme ve kontrol etme çabası sebebiyle koronavirüsü “Doğa’nın İntikamı” olarak görenler mevcut.

Benzer konular