Her tezgah ayrı hafıza

Gerçek Hayat için Sahaflar Festivali’ni gezerek izlenimlerini kaleme alan Faruk Aksoy, sektörün nabzını tuttu, okurların ilginç alışkanlıklarını öğrendi. Dini kitap alan okurlar çok seçici. Bazı kitaplar ise tutku haline geliyor. Mesela Küçük Prens’in Fransızca, Farsça, Almanca, Türkçe, İtalyanca, hatta Japonca yazımını bulup koleksiyon yapanlar var.

Kitap fuarları konusunda bazı eleştirilerim var ama önyargılarım yok. Her sektör gibi yayınevleri de gelir/gider dengesini hesaplamak, pazarlama tekniklerini kullanmak zorunda, herhalde buna kimse bir şey diyemez.
Gerçek Hayat ekibindeki dostlar, Taksim’deki, Sahaflar Festivali’ne gider misin, deyince, durumu bu tartışmaların dışında bir vazife olarak telakki ettim, planımı yaptım, Taksim’e doğru yürüdüm.
Şu işi biraz daha genişleteyim, madem sahaflar zahmet etmişler, Taksim Meydanı’nda bir kitap festivali düzenlemişler, bari çoluk çocuk da istifade etsin, en azından sahaf kimdir, eski kitap nasıl bir şeydir, konusunda fikirleri olsun diye kızımı da yanıma aldım.
Hiç yeri değil ama söyleyeceğim, Üsküdar’dan bindiğimiz bir vapur, bizi öyle ya da böyle Kabataş’a götürmeli, Kabataş’a vapurla ulaşamıyoruz, orası proje alanı, iskele kullanılamıyor.
Yapılacak olan her neyse yapılsın ama Kabataş İskelesi’ne de bir şekilde vapur yanaşsın, biz Üsküdar ahalisi bu konudan çok muzdaripiz, değerli yöneticilerimize iletmek isterim.
Neyse…

SAHAFLAR MEYDANI BİZİ BEKLİYOR

Beşiktaş’tan Kabataş’a yürüdük, finükülere bindik, Taksim’e çıktık. Beşiktaş’taki deniz müzesinin önünden geçerken Eylül Cemre, daha ilkokul birinci sınıfta, sınıf olarak buraya geldiklerini söyledi. Ben de birinci sınıftayken kasabanın postanesine gittiğimi, telefon denilen o garip cihazı ilk kez orada gördüğümü söyledim. Eylül Cemre, telefon görmemiş miydin baba, dedi, görmemiştim, dedim, ben de ona sordum, peki sen sahaf gördün mü, nedir sahaf, biliyor musun, dedim, bilmiyorum, dedi. Böylece denge kuruldu, beraberliği sağladık, gölgeli yoldan Dolmabahçe’ye doğru yürüdük, Kabataş’tan finükülere bindik, Taksim’e çıktık.
Usta foto muhabir Sedat Özkömeç de, Topkapı’dan yola koyuldu, imdadımıza yetişti, ekip tamamlandı, daldık sahaflar meydanına.

ERENLERDEN MÜTEŞEKKİL BİR GÖNÜL TEŞKİLATI

Bir reyon, iki reyon, üç reyon derken dördüncü reyonun önünde altmışlı yaşlarında yakışıklı bir beyefendi, Faruk Aksoy, dedi, önümde dikildi.
Buyur abi, dedim.
Tanımadın değil mi, unuttun bizi, deyince, yok abi niye unutayım, ama yemin ederim çıkaramadım babından bir şeyler söylemeye çalışırken hafızamı iyice çalkaladım; fakat bir faydası olmadı, marşı basmayan arabanın çaresizliği ile başımı eğdim.
Hilmi dedi, Hüsnü dedi, Emirgan dedi, orayı da mı hatırlamadın, dedi.
Yaaaa Ahmet Abi kusura bakma, vallahi çıkaramadım, çok özür dilerim, ama galiba sakalın yoktu, bir şeyler değişmiş, ya da ben yaşlanmışım, kusuruma bakma, dedim, sarıldık.
Bu Ahmet Abi çok kıyak bir adamdır, sekiz yıl önce tanışmıştık, yazılarımı okuyorlarmış sağ olsunlar, bunların bir ekibi var, okuyan, yazan, kalibresi yüksek erenlerden müteşekkil bir gönül teşkilatı… Böyle arada buluşuyorlar, ağlamadan sızlamadan önemli meseleler hakkında hasbihal ediyorlar, tam sekiz yıldır rastlaşmamıştık, çok iyi oldu çok…

OSMANLI ASKERİ BERATINI CANI GİBİ KORUYOR

Bu çocuk hep böyle yapar, ben birisiyle konuşmaya başladım mı, Eylül Cemre’yi afakanlar basar, bir sağa, bir sola döner, şu iş ne zaman bitecek tavrı ortamı gerer. Sonra ben muhatabıma da çaktırmamaya çalışarak hiç olmadığım kadar alttan alan anlayışlı baba pozu takınırım, tamam kızım, etrafa bak, dolaş, buradayım falan derim, soğuk, tedirgin, geçici bir barış sağlanır aramızda, sonra aynı şeyler tekrar eder gider.
Hayat kolay tekrarlardan ibaret bir şey değil midir zaten, aynı şeyleri yaşayıp dururuz işte…Bir kız büyüyecek, (Ana)dolu olacak, onlar da yaşlanacak, kanatsız hayat bir menzile doğru uçup gidecek, Allah, cümlemizin sonumuzu hayr eylesin.
Ahmet abi ile ayaküstü sohbetlerken Olcay Şahan profilli bir arkadaş geldi, işin sahibiymiş, Ahmet Abi tanıştırdı bizi, Burak, Burak Bilgiç…
Burak, efendi bir genç, seviyor bu işi, koşturuyor, yaşından beklenmeyecek derecede mevzuya hakim, eski yeni ne varsa malumat sahibi, takır takır anlatıyor.
Yunan harbinde büyük kahramanlıklar gösteren bir Osmanlı askerinin, yüzbaşılıktan binbaşılığa terfi beratını gösteriyor, el yazmasıymış, çok kıymetliymiş, Osmanlı beratını canı gibi koruyor. Bunun özelliği nedir, diye soruyorum, hattatın tekniği mükemmel, terfi beratı olmasından çok yazı karakteri önemli, adam tam bir usta, diyor.

YÜZ BİN KİTAPLIK KOLEKSİYON

Eylül Cemre, eski bozuk paralarla ilgileniyor, 50 kuruş, 1 lira, 2,5 lira… At nalı gibi paraları karıştırıp duruyor, Ahmet Abi, seç oradan istediklerini, deyince bizim ki, rengarenk paralardan kendine bir kombin yapıyor.
Burak, gönüllü rehberimiz oluyor, abi istersen tanıdığım sahaf arkadaşlara da götüreyim seni, onlarla da konuş, diyor.
Cevabımız belli, hay ceddine rahmet, sağolasın be Burak…
Bayram Abinin standına geçiyoruz…
Bayram Koç, bu işi 1987’den beri yapıyor, ben orta ikiye giderken Bayram Abi, kitaba harf olmuş bir adam, o yıldan beri satırlar, sayfalar, ciltler biriktirmiş, devasa bir hazineye sahip olmuş.
Kaç kitabın var Bayram Abi?
100 bin…
Ne?…
100 bin işte, 100 bin kitabım var…Yahu zaten para falan kazanamıyorsun bu işten, çok kitabın oluyor, çok ama…İnsanın hikayesini en iyi sen biliyorsun, gövden kitaba dönüşüyor, harika şeyler hissediyorsun ama para kazanamıyorsun.

SABAHATTİN ALİ İMZALI KİTAP VAR

Mesela bende çok önemli yazarların, şairlerin ilk baskı imzalı kitapları da var, buna bayılıyorum, bende var onlar, başka kimsede yok.
Kimler var?
Nazım Hikmet var, Orhan Veli var, Sabahattin Ali var, var da var.
İlk baskı ve imzalı, öyle mi?
Evet öyle…Bak şimdi, şurada bir kitap var, Bir İhanetin Cezası, bu kitabı hiçbir yerde bulamazsın, 1930’da basılmış, Hatice Süreyya yazmış, böyle bir yazarın varlığını bile bilmiyordum, ikinci baskısı da yok, beni bu heyecanlandırıyor işte. Bir İhanetin Cezası adlı romandan haberdar olmak, o kitabı bulmak, o kitabın varlığını bilmek, benim hikayem de bu. Yoksa dükkan kirası, çalışanın sigortası, kağıdın zamlanması, bu işlere daldın mı, işin içinden çıkamazsın.

KIRKPINAR ÇOK ÖNEMLİYMİŞ

Bayram abinin standında 1947’den, 1948’den kalma spor dergileri var. O kadar disiplinli, o kadar özel sayfalar ki anlatamam. Hem renkli, hem siyah beyaz fotoğraflar kullanılmış. Siyah beyaz demişken, şanlı Beşiktaş’ın, 1948 yılında başbakanlık kupasını müzesine götürdüğünü söylemezsem kartala ayıp etmiş olurum. Metin yok, Feyyaz yok, Ali yok, Şifo yok, Sergen yok, Rıza yok, Samet yok, Stankoviç yok, Gordon yok, Şenol Hoca yok, ama Beşiktaş var…4-0…Kupa müzede, hep var ol Beşiktaş…
Bu tarihi spor dergilerine bakarken bir şey daha dikkatimi çekiyor, Kırkpınar…Türk sporunun, Türk ruhunun meydana çıktığı, gövde gösterisi yaptığı Kırkpınar. 650 yıldır bitmeyen güreş, Kırkpınar. Ne kadar ciddi bir yer verilmiş o dönemin spor dergilerinde, gazetelerinde, inanamadım. Özel Kırkpınar ekleri mi dersiniz, pehlivanların yaşam öyküleri mi, her şey, her şey var. Spor gazeteciliğine dair bugün ne yapılıyor, konusuna girip moralinizi bozmak istemem, kapatalım gitsin mevzuyu.

DİNİ KİTAP MÜŞTERİSİ ÇOK SEÇİCİDİR

Burak yürüyor, biz yürüyoruz peşinden…
Başka bir sahafa giriyoruz, Burak, herkesle tanıştırıyor beni, sonra dışarı çıkıyor, ben başlıyorum gevezeliğe…
Yusuf Cimillioğlu, tertemiz, mis gibi Müslüman bir genç. Arapça, Farsça, Osmanlıca kitaplar satıyor, alıyor. Popüler kitapları sevmiyorum abi, diyor. Önemli bir şey söylüyor Yusuf kardeş: Abi popüler kitapların ikinci eli sahaf ürünü değildir, o işe hiç bulaşmamak lazımdı, sahafın içeriğini de görüntüsünü de bozdu o kitaplar. Ben el yazması ve dini kitaplar satıyorum. Dini kitap müşterisi çok seçicidir, hangi cemaate, hangi tarikata bağlıysa, sadece onların yayınlarını alır, okur, kıyaslama yaparak okumaz, o alemde öyle yürür.

YAZMA ESERLERİ SATMAM

Yusuf, bunları anladım. Peki, piyasa ne durumda, para kazanabiliyor musun, o işler ne alemde, biraz da bunları anlatsana…
Para kazanmıyorum abi, şükrediyorum, benim işim şükretmek, geçiniyorum, huzurluyum, şükrediyorum, galiba şükrün lezzetini kazanıyorum.
Dizine dokunuyorum, birden bire sarılamadığım adamın dizine dokunurum hep, yürekten bir onay için…
Peki, kendine ayırdığın, asla satmam, dediğin kitaplar oluyor mu Yusuf?
Olmaz mı, tabi ki oluyor, yazma eserleri çok seviyorum, hattatın göz nurunu görüyorum, emeğini, çilesini, çabasını. Divit, kağıt, mürekkep, masa, mum ışığı… Bunları düşünüyorum, sessizliğe yoldaş olmuş, dünya ile ilişkisini kesmiş bir adam bunların başına oturdu mu, benim hayalimdeki resim de tamamlanmış oluyor abi.
Yusuf’a sahiden sarılıyorum, ayrılıyorum.

KÜÇÜK PRENS’İN JAPONCASINI İSTEYEN VAR

Naim Dikili, 33 yıllık sahaf, Ortaköylü, Ortaköy sahafı… Masmavi gözleri ışıldıyor, bitirim bir havası var Naim babanın. Hem anlatıyor, hem cigaraya asılıyor. İnternet üzerinden kitap satışını ilk kez o açıyor, önce karşıydım ama baktım piyasa oraya gidiyor, ben de alıştım o işe, inanır mısın, Çin’e, kitap sattım, diyor.
Çin’e mi, kim aldı Çin’den, el yazması kitabı?
Yahu ne bileyim, adam istedi, ben de sattım, iyi oldu ama, Çin’e kitap satmış adamım diye anlatıyorum işte, fena mı… Bazı kitapların hastaları var, mesela Küçük Prens… Bak bu kitabın hangi dilde basılmış olursa olsun, arayanı, soranı, meraklısı var. Adam Küçük Prens’in, Fransızca, Farsça, Almanca, Türkçe, İtalyanca, hatta Japonca yazımını istiyor, onları biriktiriyor. Ben de bulmaya çalışıyorum, bizim işimiz de bu beyim, diyor, hayırlı işler Naim baba, selametle, diyorum ve ayrılıyorum.

TENCEREMİZ KAYNIYOR

Hadi bakalım, başka bir sahaf, başka bir hafıza reyonu, başka bir tarih, başka bir tezgah…
Yaşar Yeşil, Üsküdar sahafı, Ekin Sahaf…
Yaşar Bey, ortalıkta yok, tezgahı yengeye bırakmış, Zeynep abla buyur ediyor, çay içer misiniz, diye soruyor, teşekkür ediyoruz.
Durum nedir abla, diye soruyorum, o da şükür, diyor, etrafa bakınıyor, başlıyor anlatmaya…
Yaşar, bir yere kadar gitti ama gelir, ben de anlarım kitaptan, bilirim yani piyasayı, güzel iştir kitapçılık, fakat bu sene biraz zorlanıyoruz, tencere kaynıyor, bin kere şükür ama epey ağırlaştı şartlar.
Eski bir daktilo dikkatimi çekiyor, boynu bükük, bir kenarda oturmuş, Mısır mumyası gibi, ölmüş ama canlı. Geçiyorum daktilonun başına, birkaç fotoğraf çektiriyorum Sedat’a… Zeynep ablaya da teşekkür ediyorum. Bakıyorum ki, bizim Eylül Cemre, bir kenarda durmuş, Türkan Şoray hanımefendinin en az 40 yıllık fotoğrafının kapaktan basıldığı eski bir magazin dergisine bakıyor.
Kızlar böyledir işte, Mirza Mehmet olsaydı bakmazdı, keşke onu da getirseydim, Zagor’un kim olduğu sorardı, diye içimden geçiriyorum.
Herkese teşekkür ederek ayrılıyoruz, sahaflar meydanından. Sedat gazeteye, biz eve…

HER GERİYE DÖNÜŞ ULAŞILMAZ İLERİYE BİR ADIM

İstiklal’i boydan boya yürüyoruz, kızımla küçük kavgalar ediyoruz, toka falan alıyoruz, Tünel’den Karaköy’e inerken, Sultan Abdülaziz’in, yap/işlet/devret modeliyle yaptırdığı tarihi tünelin hikayesini anlatıyorum, Eylül Cemre’ye. Pek ilgisini çekmiyor, sonra kalabalık bir vapurun yolcusu oluyoruz beraber, geliyoruz, Üsküdar’a dayanıyoruz.
“Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu” diyerek dükkanı kapatan Nilgün Marmara’nın bu satırlarını hatırlarken, Eylül Cemre’nin yüzüne bakıyorum.
Eski kitaplara bakarken geriye dönüşün ileriye adımını attığı bu günü hatırlamasını umuyorum.
Hepsi bu, sadece bu günü hatırlamasını umuyorum.

Benzer konular