İslam şairi Mehmed Akif Ersoy,
“Kıssadan Hisse” adlı şiirinde şöyle der:
Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Üstad ne güzel özetlemiş geçmiş ile bugünün arasındaki bağı. Hakikaten geçmişten ibret alabilseydik, bugün o olaylar yeniden tekerrür eder miydi bilemiyorum ama en azından birtakım önlemler alınabilirdi. Hâlihazırda Ortadoğu’da şahit olduğumuz olaylar geçmişte kıssalarda okuduğumuz olaylara ne kadar da benziyor değil mi? Hatta bu tarz kıssalar Kur’an-ı Kerimde de mevcut. Yeter ki, insanlık ders alsın. İşte! Bu yazımızda Kur’an’da zikredilen ve bugün de yaşadığımız olayların bir benzerini anlatan iki surenin hikâyesinden bahsedeceğim: Kureyş ve Fil suresi kıssaları…
Tarih; milattan sonra 560’lar. Dönemin süper güçleri Rumlar, Persler ve Habeşistanlılar, hem Kâbe’yi yıkmak hem de Arapların ele geçirdiği tarihi ticari yolları geri almak için 70 bin kişilik büyük bir ordu ile Arap yarımadasına saldırıya geçiyor. Yerel Hire ve Gassan şahları da Araplara karşı bu büyük operasyonun içinde yer alıyor. Elbette bu sadece din için yapılan bir savaş değil, ekonomik ve siyasi hesapların da var olduğu bir savaştı. Asıl muharrik faktörler bunlardı. Lakin saldırı yanlısı grupların başını çekenler, azınlık durumundaki Hristiyan mazlumların intikamını almak için bu bahaneyi ileri sürüyorlardı.
Milattan sonra 540’ların ortalarında Arap yarımadasının güçlü kabilelerinden Kureyş kabilesi, Hicaz’ın her yerine dağılmış olan Arap kabilelerini dedeleri İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin etrafında bir araya topladı. Kureyş kabilesi, Arabistan’ın dört bir yanından gelen hacılara hizmet verebilmek için en iyi idareyi tesis ettikleri ve Arap kabileleri arasında güven sağladıkları için Beytullah’ın her türlü hizmetini yapıyorlar ve kabileler arasında liderlik vazifesi görüyorlardı.
Hz. Peygamberin dedelerinden ve Kureyş’in ileri gelenlerinden Abdülmenaf’ın dört oğlu vardı: Haşim, Abdüşşems, Muttalib ve Nevfel. Abdülmuttalib’in babası ve Resulüllah’ın dedesi olan Haşim, Arap yoluyla Uzakdoğu, Şam ve Mısır arasında devam eden ve geçen asırlarda Tarihi İpek Yolu olarak adlandırılan bölgede uluslararası ticarete atılmayı düşündü. Aynı zamanda, Araplara satmak için mal getirirken yolda diğer kabilelere de satış yapabileceği, bir de Mekke’yi iç ticaret için adeta bir merkez haline getirebileceğini düşünmüştü. Bu dönem, İran Sasani imparatorluğunun; Fars körfezinde, Bizans ile Uzakdoğu arasındaki ticaret yoluna hâkim oldukları dönemdi.
Kureyş Suresi ve sıfır sorun politikası
Dört kardeş kısa sürede Arap yarımadasını ticaretin merkezi haline getirdi. Güvenli bir bölge haline gelen Arap yarımadası, komşu imparatorluklar ile de ilişkilerini iyi yönde geliştirdi. Haşim, ticarette Şam Gassani Kralı ile, Abdüşşems Habeşistan Kralı ile, Muttalib Yemenli emirlerle ve Nevfel de Fars ve Irak hükümetleri ile ticari anlaşmalar yaptı. Hatta Haşim İstanbul’a kadar gelip bugün Sultanahmet Camii’nin bulunduğu yerdeki sarayda Bizans imparatoru ile anlaşmalar imzaladı.
Bu başarılı ittifaklardan dolayı dört kardeş “mutaccirin” (tacirler) ismi ile meşhur oldu. Bölgede ticaret hızlı bir şekilde gelişti. Servet ve zenginliğin yanı sıra kültür ve medeniyet de Arap çöllerinde büyük gelişim gösteriyordu. Çevredeki devletler ve kabileler ise, kendileriyle olan ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere “Ashab-ı İlaf” (ülfet ilişkisi sahipleri) diyorlardı. Kureyşlilerin, Şam, Mısır, Irak, ve Habeşistan ile olan “sıfır sorun” politikası Kur’an-ı Kerim’de de Kureyş Suresi’nde övüldü.
Fil Suresi ve küresel ittifak
Bölgedeki ticaret yolları üzerinde duran Arap yarımadası aynı zamanda jeopolitik bir öneme sahipti. Hristiyanlık ve Zerdüştlüğün bölgenin süper güçleri tarafından yayılmasına karşın ticaretin Kureyşlilerin bulunduğu bölgedeki Kâbe’ye kayması ile birlikte bu bölgeye ilgi daha da arttı. İnsanlar, Yemen ve Şam’da büyük kiliseler inşa edilmesine rağmen Mekke’deki Kâbe’ye ilgi duyuyordu. Kureyşlilerin bu gelişme ve ilerlemesi karşısında o asrın süper güçleri endişeye kapıldı ve bunun engellenmesi için harekete geçti. İlaf (ittifak) dönemi süper güçlerin oyunları ile bozulmuş ve bölge adım adım kargaşaya sürüklenmişti.
Fars ve Bizans imparatorlukları hem asker hem de donanmaları ile Habeşistan kralına destek verecek, o da oluşturduğu ordunun başına, yardımcısı ve aynı zamanda en önemli komutanı olan Habeşçe Ebrehe, Arapça ise İbrahim olarak telaffuz edilen bedbahtı getirecekti.
Habeşistan Krallığı, deniz kuvvetlerine sahip olmadığı için Bizans imparatorluğunun gönderdiği donanma ile Habeşistan’ın on binlerce askerini Cibuti üzerinden Yemen sahillerine çıkardı. Bunların yanı sıra, Farslar Irak ve Fars körfezi üzerinden Arap yarımadasını kuşattı. Rumlar ise Akdeniz ve Kızıldeniz’deki donanmaları ile Arapların ticaretine son vermişti. Sıra, Bizans’ın büyük desteğini alan Habeşistan’a gelmişti. Habeş ordusunun amacı Yemen’i almak ve sonra Mekke’ye gidip Kâbe’yi yıkmaktı. Ebrehe’nin M.S. 543’te Yemen’de inşa ettiği Sedd-i Mağrib Rum Kayseri, İran Şah’ı, Hire ve Gassan Şahlarının elçilerinin katılması ile törenle açılmıştı. Bu kitabe günümüzde halen mevcuttur.
Yemen’de iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra Bizans’ın ve onun müttefiki Habeşistan krallığının planları doğrultusunda gerçek amacını uygulamaya koymak üzere harekete geçen Ebrehe, dönemin zırhlı araçları filler ve on binlerce askeri ile Yemen’den Mekke’ye doğru hareket etti.
Hedefi hem Hristiyanlığı yaymak hem de ticaret yollarını Arapların ellerinden almaktı. Ebrehe’nin koca ordusu ve dev filleri karşısında mukavemet edemeyeceğini anlayan Kureyşliler, “Kâbe’nin bir Rabbi’i var ve O, bu evi koruyacaktır” deyip dağlara çekildi ve olup bitenleri izlemeye başladı.
Ama bir mucize gerçekleşti. Allah’ın kudretinin bir mucizesi olarak Ebabil kuşları Ebrehe’nin 70 bin kişilik koca ordusunu taşladı ve helak etti. Mekke’den Yemen’e kadar bütün yol boyunca her tarafta Ebrehe’nin ölü askerleri vardı. Kur’an-ı Kerim’de Fil Suresi bu olayı anlatır. Kâbe’nin Allah’ın evi olduğuna inanan Arapların, Kureyş’e olan güvenleri daha da arttı. Böylece yaz ve kış bölgede ticari seferler yoğunlaştı. Yazın Şam ve Filistin’e, kışın ise Güney Arabistan’a ve Yemen’e kafileler hareket ediyordu. Hz. Peygamberin dedelerinden Haşim, ticaret için gittiği Filistin’in Gazze şehrinde hastalandı ve orada vefat etti.
Ebrehe o zamanlar mukaddes şehir Mekke’yi fethedip Kâbe’yi yıkmayı başarabilseydi, sadece Kureyş’in değil, Kâbe’nin de güvenilirliği kaybolacaktı. İslam öncesi dönemde bile bu evin Allah’a ait olduğunu kabul eden Arapların Kâbe’ye olan güvenleri sarsılacaktı. Çevre kabilelerin, Kâbe’nin hizmetkârı oldukları için Kureyş’e duydukları güven bir anda yok olacaktı. Habeşliler Mekke’yi ele geçirselerdi, Bizanslılar Şam ve Mısır’a giden ticaret yoluna hâkim olacaklardı. Böylece Sıfır Sorun Politikası bitecek ve Arap yarımadasının durumu dört kardeşin yürüttüğü siyasetten önceki durumdan daha kötü bir hal alacaktı.
Bizans İmparatoru’nun, Mısır ve Şam üzerinde hâkimiyet sağladıktan sonra, doğu Afrika, Hint kıtası ve Endonezya gibi ülkelere yönelmesinin nedeni, Bizans ile bu ülkeler arasındaki ticarette asırlardır rol alan Arapların aradan çıkarılarak Bizans’ın ticaret yoluna tek başına hâkim olmak istemesidir. Böylece, Arap tacirlerin aradan çıkarılması ile bu ülkelerle doğrudan ticaret yapma imkânı doğacaktı.
Habeşistanlı prenses ve Müezzin Bilal
Habeşistan ordusunun yüksek rütbelileri, genç kız ve kadınlarını da yanlarında getirmişlerdi. Ayrıca savaş esnasında yolculuğun tadını çıkarmak ve ona renk katmak için çalgıcılar, şarkıcılar ve dansözler de programa alınmıştı. Yanlarına aldıkları bu güzel hanımları, kızları ve cariyeleri, çölde ve Kâbe etrafındaki şehirlerde yaşayan haşin Araplara kaptıracaklarını akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdi.
Habeşistan kralı, prenses kızını da savaşı kazanması halinde Ebrehe ile evlenmesi için Ashab-ı Fil ile göndermişti. Ordusuyla birlikte Mekke’ye giren Ebrehe, Kâbe’ye herhangi bir zarar vermediği gibi, Mekke’den muzaffer bir şekilde, başı dik olarak da ayrılamadı. Bilakis hezimete ve bozguna uğrayarak, çeşitli felaketlere maruz kalarak ayrıldı. “Ebabil Kuşları” onları kahrı perişan etti. Çil yavrusu gibi sağa ve sola kaçışan Ebrehe’nin ordusunun üzerine Ebabil kuşları, ateşte pişirilmiş tuğlalar türünden taşlar yağdırıyordu. Yaralı olarak Yemen’e kaçan Ebrehe orada da uzun yaşayamadı.
Habeşistan prensesi ise ganimet toplayıcısı Has’amlı Suheym b. Süheylin eline köle olarak düştü. Süheyl, prensesi Halef b. Vehb’e hediye etti. Habeşistan ordusunun helâkını gören Halef de Allah’ın gazabına uğramamak için kötü muamele etsin diye güzel Habeşistan prensesini yine Habeşistanlı olan azatlı kölesi Rabah ile evlendirdi. Köle ruhlu olan Rabah ülkesinin prensesine hizmette asla kusur etmedi. Günler ve haftalar böyle geçti. Rabah, ülkesinin prensesine asla dokunmadı. Sonra aralarında aşk zuhur etti ve Rabah’ın prensesten bir çocuğu oldu. Adını Bilal taktılar. Yani Bilal b. Rabah el-Habeşi. Sonradan İslam’ın ilk müezzini olacak Bilal-i Habeşi idi o.
Ortadoğu ve Din’in jeo-politiği
İngiltere’nin 19. Yüzyılda “Middle-East” (Ortadoğu) olarak isimlendirdiği bu coğrafya en çok peygamberin geldiği yer olarak da bilinir. Kainatın en büyük dinleri de doğal olarak yine bu coğrafyada doğmuştur; İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük veya Süryanilik gibi kadim inançlar bu coğrafyanın bereketidir. İster siyasi, ister ekonomik olsun, bu bölgede yapılan her eylemin arkasında dinin mutlaka bir rolü vardır. Kur’an’ın övdüğü İlaf (sıfır sorun) politikasına katkıda bulunacak her adım bazı kötü emellerin müdahalesine uğrayacaktır. Çünkü bu kötü emelleri barındıran dünyanın süper güçleri barış veya huzur halinde bu coğrafyanın güçleneceğini tarihi vesikalardan dolayı iyi bilirler. Bu yüzden bu bölgede barış yerine kaosu tercih ederler. Maddi güç veya silah teknolojisi açısından ne kadar zayıf olursa olsun, galip gelmek bu bölge insanlarının, huzur ise bu coğrafyanın tabiatında vardır.
Son günlerde Suriye’de tanıklık ettiklerimiz veya daha önce Irak’ta, Afganistan’da gördüklerimiz Ebrehe’nin ordusunun emelleri ile aynıdır. Ve bugün ki saldırılar, geçmişte yapılan saldırılarla aynı hüviyeti taşımaktadır. Bu hüviyetin çerçevesinde ticaret yollarını, ticari kaynakları ele almak olduğu gibi, bölgeyi siyasi olarak kontrol altına almak ve kendi inançlarını bu bölge halkına dayatmak da vardır.
Kur’an-ı Kerim Hz. Musa’nın kıssasında Allah yolunda savaşmayanları lanetlerken Fil Suresindeki Ebrehe kıssasında ise elinden geleni yapmış olanlara Allah’ın yardım vaadinin hak olduğu garantisini veriyor. Bu yazdıklarım çağımızın Müslümanlarına mücadeleyi bırakın mesajı değil, Allah’ın vaat ettiği zafer için sonuna kadar mücadele edin mesajı vermektedir.
Tarihi okuyarak bu coğrafyada at koşturmak isteyen zalimler yine tarihin not ettiği bir noktayı es geçiyorlar. Bu kadim coğrafya hem intikam ahdi, hem de vefa duygusu ile nam salmış bir coğrafyadır. Bölgede kan isteyen kanında boğulmuş, huzur isteyene de Hz. Allah ahdi üzere huzuru vermiştir. Bugün ikisi için de birbirileri ile savaşanların galibini belirleyecek olan Allah’tır. Ve zalimlerin tarihten almadıkları ve asla almayacakları tek ders budur.