Muhammed Muhtar Şankiti
Katar Hamed bin Halife Üniversitesi Dinler Tarihi ve Siyaset Etiği Öğretim Üyesi
Göründüğü kadarıyla çağdaş Müslüman düşünürler içerisinde İslam coğrafyasına ilişkin tasavvur beyanında bulunan iki isim var. Bunlardan birisi Mısırlı bilim adamı rahmetli Cemal Hamdan. Diğeriyse Türk siyaset ve bilim dünyasının tanınmış simalarından Ahmet Davutoğlu. Hamdan “Modern İslam Dünyası” isimli eserinde İslam dünyasını hilal şeklinde tasavvur eder. Bu şekil açılmış iki kanadıyla bir kuşa da benzetilebilir (Lütfen Harita 1’e müracaat ediniz). Hilalin uçları Güney Asya’dan Kuzey Afrika’ya dek uzanır. Afrika’daki İslam toprakları kıtanın kuzey yarısını ifade ederken Asya söz konusu olduğunda bu güney yarısına karşılık gelir. Hamdan’a göre jeopolitik hilalin kalbinde Arap dünyası yer alır. Zira Arap dünyası “inancın ve kutsal mekânların beşiği”dir. İslam dininin özü, çekirdeği; Müslümanlar için manevi çekim noktası; tarih ve coğrafya itibariyle medeniyetin hem çıkış, hem yayılma alanı burasıdır. İslam coğrafyasının doğu kanadını Güney Asya temsil ederken batı kanadı Kuzey Afrika’ya karşılık gelir. Hamdan’ın tasavvurundaki coğrafya üzerine derinlemesine düşünüldüğü zaman bazı önemli detayların atlandığı görülür. Bu detayların içinde en önemlisi, kalbi Arap dünyası olarak tasvir edilen kuş figürünün bir “baş”tan mahrum olmasıdır. Haritaya dikkatle bakıldığında Hamdan’ın zikretmediği detay tam da olması gerektiği yerdedir. Evet, dev bir Anka kuşunu andıran İslam coğrafyasının başı işte oradadır. O baş, Türkiye’dir.
Hamdan’ın “Başsız Anka” tasavvurunu Türk karşıtı derin milliyetçilik hissiyatına bağlamak mümkündür. Nitekim “Sömürü stratejisi ve özgürlük” isimli kitabında Osmanlı devleti hakkında söyledikleri bunun en büyük delilidir. “Türkler İslam dini kisvesiyle geldiler ve bunu bir maske olarak kullandılar” diyordu Hamdan. Osmanlı bahsi geçtiğinde Araplara hükmeden “özgürlükçü bir imparatorluk” söz konusu olabilirdi ancak uyguladığı bir çeşit “din sömürüsü”ydü. “Türk sömürüsü netice itibariyle kısır, başarısız bir sömürü şekliydi” ona göre.
Hamdan’ın anlayamadığı neydi? İlerleme sürecinde İslam’ın kılıcı evet, Araplar olmuştu. Fakat gerileme devri baş gösterdiğinde bir zırh gibi İslam’ı koruyan kimlerdi? Elbette Türkler. Arapların olduğu kadar Türklerin de İslam Medeniyeti’ne katkıları olmuştu. Az veya çok diğer Müslüman halkların da… Bunu görmek için İbn Haldun’un Tarih’ine bakmak yeterli gelecekti hâlbuki. Arap idaresi zayıfladığında İslam medeniyetinin sınırlarını koruyan Türkler aynı zamanda yeni bir ufuk açmışlar, yeni bir vizyon getirmişlerdi.
Değişik halklardan oluşan, çoktan tarihe karışmış bir İslam imparatorluğuna alakasız sömürü isnat ederek çağdaş bağımsızlıktan dem vurmak bu anlamda hiç de uygun kaçmıyor. Cemal Hamdan seviyesinde büyük bir düşünürü bu hallere düşüren milliyetçilik belasından başkası değil. Arap olsun, Türk olsun, ortak din ve tarih bağını görme konusunda pek çok kimseyi kör kılan şey de işte bu.
İslam coğrafyasını kalp ve kanatlar metaforuyla tasavvur noktasında Cemal Hamdan’ın hakkını teslim etmek gerekir. Ancak bu tasavvurun tam ve eksiksiz olmadığını da bilmek lazımdır. Dediğimiz gibi İslam dünyasının jeopolitik yapısı dev bir Anka kuşu şeklindedir (lütfen harita 2’ye bakınız). Bu Anka’nın başı Türkiye’dir. Kalbi, Arap Yarımadası ile Şam ve Irak topraklarıdır. Doğu kanadı İran’dan, Batı kanadıysa Mısır’dan başlar (Harita 3’e müracaat lütfen).
Bu noktadan itibaren Cemal Hamdan’ı bırakıp meseleye daha objektif bakabilen, bölge halklarını birleştiren ortak geçmişin, kader birliğinin farkında olan Ahmet Davudoğlu’na geçiş yapalım. Davutoğlu, “Stratejik Derinlik” isimli kitabında Araplara ve Türklere üç şeyi tavsiye eder. Bunlar:
1. Karşılıklı psikolojik bariyerleri aşmak.
2. Kader birliği şuurunu oturtmak
3. Dış etkenlere dirençli, sağlam bir ilişki türü geliştirmektir.
Bu tavsiyeler çok değerlidir. İkinci dünya savaşında birbirlerinin kökünü kazıyan Almanı, Fransızı, İtalyanı ve İspanyolu ile Avrupa milletleri bugün AB şemsiyesi altında barış içinde yaşayabiliyorsa; çok daha güçlü ortak bağlara sahip Arabın, Türkün, Farsın ve Kürdün daha iyisini yapabiliyor olması lazım gelir.
Davutoğlu, Ortadoğu kavramını geniş bağlamda ele alarak; Türkiye, Mısır, Şam, Irak, Arap Yarımadası ve İran’dan oluşan bir coğrafyadan bahseder. İslam Ankası’nın merkez muhiti burasıdır. Kitabında büyük, orta ve küçük üçgenlerden oluşan bir Ortadoğu tasavvuru vardır. Büyük üçgeni oluşturan unsurlar Türkiye, Mısır ve İran’dır. Büyük üçgenin içerisinde orta boy bir üçgen daha vardır. Bu da Suudi Arabistan, Irak ve Suriye’yi içerisine alır. Son olarak orta boy üçgenin içerisinde yer alan küçük üçgen bulunur. Küçük üçgenin unsurları ise Ürdün, Lübnan ve Filistin’dir.
Davutoğlu’na göre stratejik olarak en önemli üçgen, büyük olandır. Bölgedeki uluslararası hegemonya stratejisi, fırsatçı bölücülük ilkesine dayanır. “Kayıp parça sendromu” der o buna. Tamahkâr uluslararası güçler, büyük üçgenin unsurları olan Türkiye, Mısır ve İran’ın aynı stratejik hatta yer almasına asla müsamaha göstermez. Nitekim 60’lı yıllarda Türkiye ile İran bir olup Mısır’a karşı cephe alırken 80’li yıllarda ise Türkiye ile Mısır İran’a karşı ittifak yapar. Ayrıca bölgede her bir üçgenin dâhili ayarlarıyla oynayabilme kapasitesine sahip bir İsrail devleti mevcuttur.
Davutoğlu reel politiğin gereği olarak Türk karar mercilerinin Mısır ve İran’ı aynı anda karşılarına almamaları gerektiğini salık verir. Bunu şu sözüyle formüle eder: “Ne kadar güçlü olursa olsun, bir devletin bu hassas Ortadoğu üçgeni içerisinde yalnız kalmaya takati asla yetmeyecektir.”
Bölgenin jeopolitik dengelerini tam olarak yansıtabilmesi amacıyla Davutoğlu’nun üçgen tasavvurunda bir düzeltmeye ihtiyaç olduğu kanısındayım. Suudi Arabistan’ın bulunması gereken yer orta üçgen değildir. Gerek sahip olduğu manevi konum, gerek serveti, gerekse coğrafi büyüklüğü göz önüne alındığında büyük üçgende konumlanan diğer üç devlet; Türkiye, İran ve Mısır’dan hiç de altta kalır yanı yoktur. Bu açıdan “büyük kare” ifadesi daha uygun düşer. Ortadoğu’da Davutoğlu’nun bahsettiği büyük üçgenden ziyade büyük bir kare mevcuttur. Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır’dan oluşan bu karenin içinde ise Irak, Suriye ve Ürdün’den oluşan bir üçgen yer alır. Lübnan’ı bu anlamda stratejik olarak Suriye’nin bir uzantısı olarak değerlendirmek gerekir. Filistin ise an itibariyle işgal altında bulunduğu için maalesef denklemin dışında kalmaktadır.
Büyük kareyi oluşturan coğrafyadaki dört büyük devlet; Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan aynı stratejik eksende birleşebilse İslam Ankası kocaman bir yüreğe sahip olacaktır. Beşeri sermaye açısından, finans açısından, temsil değeri açısından muazzam bir gücü sembolize edecektir. Böyle olunca bir çekim gücü yaratacak ve diğer devletleri de kendine doğru çekmeye başlayacaktır. Irak, Suriye, Ürdün, Yemen, Umman ve küçük Körfez ülkeleri birer birer bu muazzam gücün parçası olmayı isteyeceklerdir.
Maalesef İslam dünyasının kalbinin siyasi ihtilaflar, mezhep çatışmaları ve iç savaşlar yüzünden paramparça olduğu günleri yaşıyoruz. Eski âlimlerin dünya tasavvuru üçe ayrılırdı. İslam diyarı, müttefik diyar ve düşman diyarlar. Bugün İslam diyarı dediğimiz coğrafya adeta düşman diyarlar halini almış durumdadır. Oysa Cemal Hamdan’ın notlarında defalarca dile getirdiği gibi İslam diyarı barış ve selam diyarı olmak zorundadır.
Son zamanlarda İslam dünyasının kalbini darmadağın eden çatışma, Suudi-İran çatışmasıdır. Suudiler İran devriminin etkisini kırmaya, onu kuşatıp gömmeye çalışırken İran da karşı hamle olarak Suudi Arabistan’ı stratejik bir kuşatma altına almaya girişmiştir. Suudilerin bu kuşatmaya bilinçli bir karşılık vermekten çok reaksiyoner bir tavır benimsedikleri, planlı olmaktan ziyade el yordamıyla ilerledikleri görülmektedir. İran, Arap dünyasında Şii unsurlara akıl dolu yatırımlar yaparken Suudi Arabistan Sünni güçlere savaş açma aptallığına düşmekten kendini kurtaramamıştır. Hemen yanı başındaki, coğrafi ve demografik cihetle kendisine her açıdan en yakın Sünni ülkeyi, Katar’ı düşmanca bir kuşatma altına almış, Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın geleceğini zora sokarak bir anlamda kendi savunma duvarına kendi elleriyle gedik açmıştır. Bu durum İran’a stratejik anlamda bir avantaj sağlamış görünse de aslında bütün Ortadoğu coğrafyası için oldukça pahalıya patlayacak olayların kapısını aralamıştır. Büyük bir çatışmanın ayak sesleri gün geçtikçe daha da duyulur hale gelmiştir.
Başka bir çatışma alanı da Türkiye ile İran arasındadır. İran’ın Irak ve Suriye hattı üzerinden batıya, Akdeniz’e doğru ilerleme hamlesi; Türkiye’nin Suriye ve Ürdün üzerinden Arap Yarımadasındaki enerji kaynaklarına ulaşma hamlesiyle kesişmek durumunda kalmıştır. Bu kesişmenin kanlı bir çarpışmaya dönüştüğü yer ise Suriye toprakları olmuştur. Suriye halkı bunun bedelini hala ödemektedir. Bu çatışmanın Suudi-İran çatışmasından farkı, mezhepçi bir nitelik göstermiyor oluşudur. İlginçtir, iki ülke arasındaki iktisadi işbirliği bu durumdan fazla etkilenmiş değildir. Kürt sorunu gibi kimi temel meselelerde iki ülke rahatlıkla yan yana gelebilmektedir. Suudi-İran çatışmasının aksine Türk-İran çatışması çok daha akılcı, çok daha kontrollü bir görüntü vermektedir. Özellikle Körfez krizi sonrası Türkiye ile İran sorunları aşma yolunda adımlar atmaya koyulmuştur. Körfez krizi deyip geçmemek lazım. An itibariyle bölgedeki en tehlikeli durum burada oluşmuştur. Ortadoğu’nun büyük karesini oluşturan dört devlet bu krize göre pozisyon alma zorunluluğu hissetmiştir.
Körfez krizi, İslam Ankası’nın kalbini tam ortadan ikiye bölmüştür (Harita 4’e bakınız). Bir tarafta Anka’nın başı Türkiye ile doğu kanadı İran yer almıştır. Katar, Irak ve Umman gibi gövde unsurlar da bu cihette kalmıştır. Diğer tarafta ise batı kanadı Mısır ile gövde unsurlar Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bulunmaktadır. İslam Ankası’na ait olmayan İsrail’in de bu cephede yer aldığını görmek gerekir. Asıl görülmesi gerekense, Ortadoğu’nun büyük karesinin yine bir araya gelemeyişi, yine rakip stratejik hatlarda saf tutuyor oluşudur.
Körfez krizinin başka bir sonucu da Türkiye’nin Arap Yarımadasına iniş yolunu değiştirmek zorunda kalması olmuştur. Hicaz Demiryolu hatırasının diri tuttuğu Suriye-Ürdün hattı yerine artık İran üzerinden ilerleme durumu söz konusudur. Bu, elbette İran’ın hanesine kazanç olarak yazılacaktır. Ancak bu İran’ın başarısından çok Suudilerin hediyesidir. Beceriksiz Suudi stratejisinden kaynaklanan diğer pek çok hediye gibi…
İki tarafı mukayese ettiğimizde Suudi Arabistan-Birleşik Arap Emirlikleri-Mısır ekseninin gücünü dışardan devşirdiği görülecektir. Bu, küresel güçlerin yanında yer alan, bölgedeki demokratik taleplere tavır alan, ABD içerisinde yuvalanmış Siyonist lobilerin propaganda desteğine sahip bir eksendir. Dış desteğe rağmen iç siyasetteki meşruiyet zaafları ise en bariz özelliğidir. Bu eksen, her türlü demokratik reform önerisine düşman bir siyaset güder. İsrail’e çok yakındır. Katar krizinde açıkça görüldüğü üzere plansız, gündelik bir siyaset anlayışı ve bayağı bir medya dilinden muzdarip olduğu söylenebilir.
Eksenin en büyük devleti olarak dikkat çeken Mısır’ın stratejik açıdan özgül ağırlığı neredeyse hiç yoktur. Bunu en iyi ifade edenlerden birisi de Cemal Hamdan’dır. Mısır’a âşıktır ancak yine de ülkesini yerden yere vurmaktan çekinmez. Çeyrek asırlık notlarında şöyle yazar:
“İsrail devleti kurulduğunda Mısır özgül ağırlığının dörtte birini yitirdi. 1967 savaşındaki mağlubiyetle bu ağırlık yarıya indi. Camp David anlaşması kalan yarıyı da aldı götürdü.”
Başka bir notta ise şunu der:
“Mısır artık masif değil kırılgan bir ahşaptır. Siyaseten bir mumyadır. Eski Firavun devirlerinden arta kalmış bir mumya. Devlet hacminde kocaman bir mezar.”
Bu eksen güçlü bir görüntü verme çabasına rağmen zayıftır. Despot rejimlerin bütün enerjisini sömürüp çoktan denklemin dışına çıkardığı Mısır’a bel bağlanabilir mi? Yoksa gündelik siyasete ve sadece reaksiyoner tavırlara sahip, ne kendine ne de ümmete hayrı olmayan Suudilere mi bel bağlanacak?
Türkiye-İran-Katar eksenine gelince… Bu eksen gücünü başkalarından devşirmez. Siyasette aktif, aksiyoner kimliğiyle bilinir. Mesela Türkiye bu anlamda Mısır ile kıyaslanamaz bile. İran da Suudi Arabistan ile. Katar da Birleşik Arap Emirlikleri’ne bu konuda fark atar. Bu eksenin en güçlü yanlarından biri de – en azından Türkiye ve Katar açısından böyledir – Arap ve İslam halkları nezdinde sahip olduğu kredinin yüksekliğidir. Özellikle de Filistin meselesine yaklaşım şekliyle. En zayıf yanını da söylemek lazım. O da bu eksen içerisinde güçlü bir Arap devletinin olmayışıdır.
Yeryüzündeki savaş Arap coğrafyasında kopuyorken bu durum bir zaaf teşkil edebilir. Yine bu eksenin Suriye gibi olumsuz figürleri içerdiğini de not etmek gerekir.
İçinde büyük bir Arap devleti bulunmasa da aktif, aksiyoner siyasetin bu açığı bir şekilde kapatması mümkündür. Nitekim geçmiş dönemlerde bölge halklarının haklı taleplerine karşılık veren Katar devleti bunu defalarca ispatlamıştır. Birleşik Arap Emirlikleri ise tam aksi bir görüntüye sahiptir. Ayrıca bu eksenin Suriye gibi önemli bir sorunu çözme gücü mevcuttur. Türkiye-İran-Katar üçlüsü, Ortadoğu’daki birçok problem için en kestirme çözüm haline dönüşebilme potansiyeli taşımaktadır.
Özetle, Körfez krizi İslam Ankası’nın aldığı son yaradır. Mevcut yaralara eklenen yeni bir yara. Bu kriz bir fırsata dönüşebilir. Yeni bir başlangıcın sıçrama tahtası olabilir. Anka tekrar kanatlarını açıp uçmaya başlayabilir. Bu dönüşümün muhtemel üç önemli sonucu ise şunlar olacaktır:
1. Türkiye, bölgenin asıl aktörü olarak Körfez denkleminin ayrılmaz bir parçası haline dönüşecektir.
2. Geçmiş yıllardaki mezhepçilik belası nihayet bulacaktır.
3. Suudi Arabistan yönetiminin geçmişte net olarak seçilemeyen karanlık yüzü görünür hale gelecektir.