ABD Başkanı’nın oğlu ODTÜ’ye rektör olsun mu?

“Çok seslilik ile kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgiyi doğru çizmeden başaramayız. Batı ülkelerindeki üniversiteler, soruyorum, çok sesli değil mi? Peki bunlardan hangisinin sürekli kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürüttüğünü duydunuz, gördünüz? Boğaziçi Üniversitesi, bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamadığı için küresel bir marka haline gelme çabalarında da hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır. Dünyanın en iyi üniversitelerinden eğitim görmekle yerli ve milli duruş sahibi olmak, asla birbirinin zıttı değildir. Çünkü asıl mesele, fiziken nerede olduğunuzdan ziyade zihin olarak nerede durduğunuz meselesidir. Eğitim-öğretim özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bunlar hep konuşulur. Konuşulması güzel de acaba uygulamaya gelindiği zaman, diyelim ki Boğaziçi Üniversitesi, buradaki hocalarımız, bu işe nereye kadar acaba şöyle pergellerini açıyorlar? Çünkü belli bir fikrin savunucusu olanlara kapıyı aç, belli bir fikrin savunucusu değilse ona kapıyı kapa. Bu mu özgürlük? Eğitim-öğretim kurumlarının bu noktada bir defa kefeni yırtması lazım”…

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta başı Boğaziçi Üniversitesi mezunları programında yaptığı bu konuşma, mahut muhalefet ve medya tarafından, “sosyal” kulvarı da dâhil “hashtagBoğaziçiOnurumuzdur” türünden yaratıcılıklarla karşılandı.

Esasen bu türden ani “direniş reflekslerini” ve ardından gelen mahcubiyetleri Türkiye ilk yaşamıyor. Örneğin, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen mezuniyet törenlerinde geçiş yapan öğrencilerin “şakaları”, pardon “humor”u da aynı damarlardan besleniyor!

Kendinden tiksinmek için benliği yok etme eğitimi

Oysa Cumhurbaşkanı tarafından yapılan bu kritik, yerme, dışlama, küçümseme, vb. okumaların hayli üstünde bir “davet” taşıyordu. Esasen yeni veya gelişi-güzel kurulmuş bir akıl da değildi.

Daha önce de Cumhurbaşkanı konuya bir başka yönüyle değinmişti; “İlmini ve fennini tahsil için Batı’ya gönderilenler çoğu zaman Batı’nın sadece kültürünü alarak, benliklerini de kaybederek ülkelerine dönmüşlerdir. Kendilerinden ülkeleri için kurtuluş reçetesi hazırlaması beklenenler maalesef Batı’nın gönüllü ajanları, adanmış havarileri haline gelmiştir. Kendi milletine tepeden bakan, kendi değerlerinden tiksinen sözde aydınların verdikleri zararı düşman dâhi verememiştir. Bunlar ülkesinin menfaatleri için çalışmak yerine yabancı şirketlerin, devletlerin, kurum ve kuruluşların çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Geçmişte Türkiye’nin sanayi hamlelerini daha emekleme aşamasındayken sabote edenlerin bunlar olduğunu görüyoruz. Bu kesimlerin ülkemizin her açıdan dışa bağımlı olması için özel çaba harcadıklarına da şahit oluyoruz. Bunların ihanet edemeyecekleri hiçbir değer, hiçbir ilke yoktur”…

Yani mesele derin ve üzerinde çözüm üretilmesi gerekecek denli düşünülmüş. Sadece yurt dışında okudu diye herkesin bu lafların muhatabı olduğunu düşünmesi zaten sakat bir yaklaşım. Kuşkusuz bu lafların en ağır bölümü FETÖ’nün yüzüne iniyor. Ama Türk okullarındaki Batı, özellikle Amerika etkisinin illa bu yolla ortaya çıkması gerekmiyor.

ODTÜ, Boğaziçi veya bir başka üniversite fark etmez, ne hocaların ne de mezunların bu meseleyi “kişisel” almaması gerekiyor. İtiraz etmeden önce bu “etki” ile etkin mücadele edecek insanların yine onlar olduğunu hızla anlamaları gerekiyor, Yoksa aynı okuldan mezun olan herkese kefil olmaları gibi garip bir durum ortaya çıkıyor ki, eğitim almışlara hiç yakışmıyor!

Bu yüzden bugün mezun olanların 1940-2001 arasında Türk eğitim sistemine sirayet etmiş, “habis müfredat hücrelerini” anlamaları gerekiyor.

Doğu sizsiniz

Adı geçen veya geçmeyen ama özellikle yaşı 30’un üzerindeki herhangi bir üniversitede hazırlanan tüm bilimsel belgelerin, mezuniyet tezlerinden akademik unvan savunmalarına değin hepsinin dipnot sayısı, tamamen kafadan atma bir rakamla 1 milyon sayılsa, bunun kaç tanesi Doğu’dan kaç tanesi Batı’dan alınmış, atıf yapılmış olabilir?

Hemen herkes bu soruya %85-90’ı ortalama kabul edeceğimiz biçimde yanıt veriyor ama şöyle bir mazereti/şerhi de ekleyerek; “Doğu bir şey üretmiyor ki”!..

Trajik olan da tam burası zaten. Bütün bilimsel ürünlerimizin tabanı Batı bilgilerine yaslanırken, üretilenin bilim olmadığı ile yüzleşme gereği! Yani, Doğu onlar. Doğu dillerinden uzak kalınması, İngilizce’nin neredeyse bir tabu boyutunda “ilimsel ana dil” kabul edilmesi, olanları da görmeme, daha doğrusu ve dürüstü, “doğuya hiç bakmama” alışkanlığı, ileri giderek, “ayıplı” saymaya erişmiş görünüyor.

Müfredatın kimse sen o’sun

Boğaziçi Üniversitesi, aslında Türkiye-Batı ilişkileri içinde alması gereken eleştiri sınırlı bir eğitim kurumu. Birçok üniversiteye kıyasla “geçmişindeki etki” kabulü dar. Ancak şu satırlar, aslında kimi okullara yapılan “daha yerli ve milli olmak yolunda fikir üretilmeli” tavsiyesine güç veriyor…

“Bu yıllarda Robert’te, Ballantine yönetiminin imzasını taşıyan ilginç bir proje de hayata geçirilmekteydi. Bu çerçevede, yükseköğretim müfredatına Batı ve Doğu medeniyetinin, özellikle entelektüel tarih bağlamında birlikte incelendiği Türkçe ve İngilizce olmak üzere iki dilde yapılan bir ders konuldu. ‘Çift dilde insani bilimler’ adlı ders için 1955-1956’da başlatılan hazırlık çalışmaları, oldukça teferruatlı biçimde sürdürüldü ve bu çalışmalar esnasında Bernard Lewis gibi ünlü isimlerin katkısı alındı. Ayrıca ABD ve İngiltere’deki kolejlerle, üniversitelerle, UNESCO ile ders içeriği, okumalar gibi konularda görüş alış-verişinde bulunuldu. İstanbul Üniversitesi de bu konuda Robert Kolej’le işbirliği yaptı. Bu dersin amacı, ‘iki gelenekte de kendini ev sahibi olarak hisseden liderler yetiştirmektir’ şeklinde tarif edilmekteydi. Rockefeller Vakfı, dersin planlanması için gerçekleştirilen hazırlık çalışmalarına mali destek verdi. Bu destek dersin verilmeye başlanmasından sonra da sürdü. Robert’de başlatılan bu dersin benzerleri daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nin müfredatına girdi”… (Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı, Cangül Örnek, Say:252, Can Yayınları.)

Müfredatın önemi “her türlü alışkanlık ve bilginin oluşmasında” bir tür DNA kodu işlevi görmesidir. Bir kere çalışmaya başladığında, kuşaklar, yani mezunlar, mezunlar, mezunlar boyu devam eder…

Bu yüzden okul isimlerinin bir anlamı yok. Şimdi vereceğimiz örneklerin künyesinin bilinmesi açısından önemi var ama dikkat edilmesi gereken “zihin inşa”sının nasıl, ne zaman, ne için yapıldığı…

“Muhakkak olan bir şey varsa o da üniversitenin kurulması yolundaki teşebbüslerin, 1. İngiltere’nin Ortadoğu’da kaybetmekte olduğu nüfuzu yeniden kazanmak veya en azından, kayıplarını bir noktada durdurmak istemesiyle; 2. Amerika’nın her ne pahasına olursa olsun Ortadoğu’da Batı taraftarı bloklar kurmak veya hiç olmazsa, bu bölgeyi komünist sızmalara karşı dayanıklı duruma getirmek için attığı adımlarla aynı zamana rastlamasıdır.” (Bir eğitim teşebbüsü, M. Soysal, Forum, 1959.)

Genç Türkleri Amerika’ya getirmek dış politikamıza hizmet eder

ODTÜ’nün ilk Genel Sekreteri Sefai İnal: “ Kapıya yöneldiğiniz zaman hafta sonunda bir şey görüyorsunuz: Türk ve Amerikan Bayrağı. Hatta çıktığınız zaman Dekan odalarına Amerikan cumhurbaşkanının resimleri. Evet, sen Amerikalısın, kabul. Ama sen benim üniversitemde, sen kendi milletinin şeyini, cumhurbaşkanını oraya asamazsın. Çünkü burası ne bir Amerikan Üniversitesi ne bir Amerikan toprağı”. (‘ODTÜ Tarihi’ belgeseli.)

Örnekleri çoğalttığımızda bu okulların hocaları, öğrencileri, aileleri için hassasiyetler oluşabilir. Bu anlaşılır bir ruh hali ama gerçekçi değil. Gerçek olan, kuruluş aşamasında öğretim üyeleri (yabancı) ve müfredatın, sosyoloji ve psikoloji (“Hakikatte geçenlerde Türkiye’de psikolojinin vaziyetini incelemek üzere bizimle görüşmeye gelen Amerika’nın NATO ilmi irtibat bürosu şefi, İsrail’de 200’den fazla birinci sınıf psikoloğun bulunduğunu ve bunların toplumun her alanında fevkalade faal olduklarını…” (Garblılaşmanın neresindeyiz, 1967, Say: 78. ve Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı, Cangül Örnek, Say: 214.) gibi alanlarda bilgi aktarımının hormonlu olduğunu görmektir.

Bunun gayet tabii sonucu olarak, oradan yetişen öğretim üyeleri yabancı öğretim üyelerinin yerini almış, yeni öğrenciler yetiştirmiş, onlar da hocalarının yerini almıştır. Bu bilinçli yapılmıştır. O kadar ki rektör adayı olarak ABD Başkanı Eisenhower’ın adı dahi geçmiştir ki, bu da meseleye nasıl konsantre olduklarını göstermektedir.

Esasen bugün Türkiye ile ABD arasında yaşanan gerilimin nasıl sonuçlar doğurabileceği üzerine soruları yanıtlayan bir Uluslararası İlişkiler profesörü, “Fullbright burslarını kesebilirler” diyebilmektedir.

Konuyla ilgili ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir belge ta 1957’de şu satırları kuruyor: “Eğer genç Türkleri Amerika’ya getirmeye devam edersek ve bu grubun şu anda sahip olduğu yönelim böyle sürerse, kuşkum yok ki bu insanlar Batılı bir oryantasyona sahip olurlar ki, bu da bakanlığın ABD dış politika amaçlarını gerçekleştirmesine yardımcı olur”…

Eğitim sistemini düzeltebilir, bağımsızlaştırabiliriz. Hep birlikte!

Benzer konular