Ortasından nehir geçen, envaiçeşit meyve ağaçları atında bin bir renk ve desende çiçek, kelebeğinden uğur böceğine görsel unsurların mükemmel dağıldığı doğal halıyla kaplı, küçücük bir kasaba… Sulak ve yemyeşil otlaklarda faunanın (hayvanlar âlemi) tüm üyelerinin eksiksiz yerini aldığı, büyüleyici ambiyansına kuş cıvıltıları ve kanat hışırtılarının eşlik ettiği cennetten bir köşe.
Dağlardan doğup kanyonlar ve vadiler yararak, ovalara can verip taraçalar oluşturarak yüzlerce kilometre kat eden nehir, kasabaya muhteşem bir şelâle ile girer. Binlerce yıldır tüm canlı hayatı, güzergâhı boyunca bu nehir sayesinde şekillenir.
Bir gece…
Evet, bir gece 03.00 sularında, herkesin uykusunun en derin olduğu saatte nehrin akışı birden bire durur, nehir adeta yok olur… Doğal olarak şelâlenin sesi de aniden kesilir.
Tabii herkes uykusuna devam eder, sabah olunca durumu fark eden insanlar birbirlerine haber verirler…
Elbette öyle olmaz… Şelâlenin sesi kesilir kesilmez kasabada kıyamet kopar. Köpekler ulumaya, kediler ve diğer tüm hayvanlar canhıraş sesler çıkarmaya başlar. Atların çoğu haranın duvarından atlar, inekler ahırın kapısını kırıp birbirlerinin üstünden geçerek dışarı fırlar. Koyunlar, keçiler ağılın çitini yıkıp kaçar. Bebekler beşiklerinden düşer, insanlar kapıyı dahi bulabilecek şuurdan yoksun, pencereden, bacadan kendilerini dışarı atar. Kuşlar sersem sersem oradan oraya uçuşurken bir taraftan da ötüşleriyle korku ve paniğin senfonisini besteler.
***
Çocuktum. Yazarını ve eserin ismini elbette hatırlamıyorum. 1970’ler TRT’sinin, gece saatlerinde (21.00) yayınlanan fenomen programlarından Radyo Tiyatrosu’nda iliklerime kadar hissederek dinlediğim bir sahneydi, yukarıda anlattığım… Ve on yıllar geçmesine rağmen hatırladığımda irkilmekten kendimi alamadığım…
Tarihte bu tiyatro eseri sahnesinin bire bir yaşandığı gerçek bir örnek de var. 29 Mart 1948’de gece vakti, Niagara Şelalesi’nin sesi bir anda kesilir. Bunun üzerine insanlar tiyatro oyununda olduğu gibi hemen uyanıp panik ve korku içinde öteye beriye koşuşturmaya başlar. Kiliseler dolup taşar. Kıyametin koptuğu sanılır. İnsanların, nedenini yıllar sonra öğrendiği olay, bir buzul kütlesinin Niagara Nehri’nin Erie Gölü’nden ayrıldığı noktayı tıkaması yüzünden meydana gelmiştir. Nehir, 1 Nisan 1948’de birazı da erimiş olan buzulu aşınca, her şey normale döner.
***
İnsanlar ve diğer tüm canlılar dünyaya gözlerini açar açmaz şelalenin sesini veri olarak bilinçaltına kodlayıp varlığını onunla bütünleştirdiği için ‘sesin farkındalığına, ancak o yok olunca varıyor.’ Varlığı ancak susunca fark edilen şelâle gibi, Akif Emre’nin farkındalığına da o, hayatımızdan çıkınca vardık. Kendi adıma ben aynen o kasaba insanlarından biri gibi hissettim. Hiç karşılaşmasak, konuşmasak, birlikte zaman geçirmesek bile, o bir veri olarak vardı ve onunla aynı atmosferi solumak, bir güven garantisiydi. Daha doğrusu şimdi öyle olduğunu anlıyorum.
1998’in 13 Temmuz’unda Yeni Şafak’a başladığımda genel yayın yönetmeni o idi. Gazete henüz mevcut patronaj tarafından devralınmamıştı. Geçiş dönemiydi. Ücret konuşulmamıştı. Başladığımdan bir hafta sonra odasına davet edildim. Masasının önündeki sandalyelerden birinde genel yayın koordinatörü Mustafa Karaalioğlu oturuyordu. Diğerine de ben iliştim. İşe kabulümü Karaalioğlu yaptığı için onunla ilk kez karşılaşıyorduk. Bembeyaz dişlerini hafifçe gösterecek şekildeki gülümseyişiyle candan, kuşatıcı, rahatlatıcı bir eda ile söze başladı. Sohbet için çağrılmışım duygusu verecek denli üçümüzün iştirakiyle dalıp gitmişken… Birden duraksadı. Yüzü hafifçe donuklaştı. Burukluk ifade eden bir eda ile belli belirsiz bir iç çekişle ses tonunu da mahçuplaştırarak, gözünü benden kaçırıp masadaki sümenin üzerinde gezdirirken, “Kardeş” dedi. “Senin için …… lira düşündük. Bu, elbette tatmin edici bir rakam değil. İnşaallah şartlar düzelir de tüm arkadaşlara hak ettiklerini yansıtırız.”
Çok sürmedi, kısa zaman sonra yöneticiliği bıraktı. Yazarımız olarak kaldı, kesintisiz yazdı. Yıllarca hiç yüz yüze gelmedik. Ancak 2014’ün Ağustos’unda yazarların yazılarını takip işi bana tevdi edilince telefonda muhataplıklarımız başladı. Ne yazık ki konuşmalarımızın konusu hep, yazının gecikip gecikmemesi, uzun ya da kısa olması gibi teknik, derinliksiz konular oldu. ‘Gazete zamanı’ ve ‘gazete mesaisi’ mazeretine sığınıp o görüşmelerden yalnızca birinden bile bir gönül sohbeti çıkaramayışımı belki de hayatımın sonuna dek bir ‘kınama’ vesilesi sayacağım.
***
Birkaç yıl önce Dünya Bülteni’nde birlikte çalıştığı bir arkadaşımız anlattı. Dünyadan, öbür dünyadan, hayattan-ölümden söz açılan bir sohbette, her şeye kararınca değer vermeyi, bu arada uzun ömrün, tul-i emelin talep edilmemesinin gereğini öğütlemiş. Kendisinin dünyadan, hayattan beklentisi sorulunca da Anadolu’da kullanılan “haddi aşma” deyimine kaynaklık eden anlayışa gönderme yapmış. “Haddi aşma”nın bir anlamı da, Peygamber Efendimiz’den fazla yaşamayı ifade ediyormuş. Kim 63 yıldın fazla yaşarsa “haddi aşmış” sayılıyormuş. Bunu anlattıktan sonra kendisi ile ilgili soruya, “Haddi aşmaya az kaldı” şeklinde cevap vermiş.
Akif Emre, haddini aşmadı. “Haddi aşmaya” 3 yıl kala 60 yaşında hayata veda etti. Allah (cc), onu Resul’e komşu etsin…