Akif Emre’nin ardından

“Çürümeyen, umudu, yaşamayı, yaşamanın anlamını yitirmeyen, dokunduklarından, seslendiklerinden ötürü bereketi beraberinde getiren inanmış yürekler var olduğunu bilmek umudun kendisidir” demişti en son yazılarından birinde Akif Emre. Anlamını yitirmeden yaşanmış mütevazi ve bir o kadar da soylu hayatını bırakıp, bu fani dünyadan ansızın çekip gitti. Vefatının ardından kirlenmiş dünya sustu ve bir anlık tertemiz dualara terk etti yerini. Bir değil, çok eksildik çünkü, yeri doldurulamazlardandı. Omurgalı bir duruşu, tertemiz bir hayatı, mazlum coğrafyalara yönelmiş dikkati ve şahitlik edilecek bir imanı vardı onu tanıyanlarca. Bir de eyvallahı yoktu kimseye, bu yüzden onu sevenler kalabalığında yalnızdı belki de. Bazı insanları anlatmaya kelimeler kifayet etmez, bazen abartılı kaçar, asil ruhu incitir ya,  eyvallah Akif abi, dilimiz döndüğünce…

Kaderi kaderle öğretti bana

Dursun Çiçek

Akif Emre İslamcılık hususundaki duruşu, tavrı, samimiyeti, analizleri ve fikirleri ile bilinir. Bu biçimde bilinmeyi hak eden yüzyılımızdaki ender insanlardan biridir. Onu yazı ve kitaplarından bu biçimde bilmek ayrı bir erdem ve müktesebat gerektirir. Ancak onun İslamcılığının ötesinde bir “insancılığı” ve “adamlığı” vardı. Bunu onunla meslektaş olanlar değil “gönüldaş” olanlar bilirdi. 1994 yılından bu tarafa ben fikri ve entelektüel anlamdaki İslamcılığın yanı sıra ondan “insancılığı” öğrendim. Fikir namusu ve ahlakının mücessem biçimiydi o. Gerek siyasi olaylara gerekse kültürel ve sanatsal bağlamdaki gelişmelere bakışındaki, yazmadığı özel tepkilerine de vakıf biri olarak onun bütüncül bakış açısını, fitneye ve fesada sebep olmama kaygısını, mesuliyet bilincini asla unutamam ve bence Akif Emre asıl bu yönleri ile bilinmelidir. Onun İslamcılığı epistemolojik bir fantezi değil, insan ve ahlak ekseninde, tarih ve medeniyet bağlamında bir dünya görüşüydü. O, Efendimiz’in “el-Emin” vasfını örnek alan düşmanının bile kendisinin ne olduğundan ve ne olmadığından “emin” olması gerektiğinin şuurunda olan bir İslamcılık anlayışına sahipti.

Binlerce fotoğrafını çektim. Aslında onda çektiğim Endülüs’tü, Mostar’dı, Bosna’ydı, Keşmir’di, Türkistan’dı, Kudüs’tü, Isfahan’dı, Semerkant’tı… Necip Fazıl’dan Turgut Cansever’e, Ayşe Şasa’dan, Aliya’ya bakışlar vardı onun gözlerinde. En çok sevdiği fotoğrafı çekip ona gönderdiğimde “tek ve tenha, masal gibi”, çok güzel çekmişsin demişti. Oysa ben onunla gerçekten abilik, insanlık, dostluk, arkadaşlık adına masal gibi bir hayatı yaşıyordum ve bunu bana öncelikle o yaşatıyordu. Onun Kudüs’ten Endülüs’e, Keşmir’den Bosna’ya taşıdığı izleri, hikâyeleri, masalları fotoğraflıyordum ben o duruşta ve bakışlarda. Onunla omuz omuza fotoğraf yolculuklarımız aslında bir tarih, kültür ve sanat yolculuklarıydı. Çünkü o yolu biliyordu, yolda olmayı biliyordu ve bu bilinçle yapıyordu yolculuklarını.

Ve en önemlisi dava adamıydı. İnandığına inanan, inanmadığına inanmayan bir insandı. Bir dönem kendisinin de bulunduğu Kayseri Söğüt Fikir Kulübü’nde uzun yıllar sonra bir araya geldikleri zaman, Ali Biraderoğlu ile sarıldıklarında her ikisinin de gözlerinden yaşlar akmasına şahit olduğum o an “dava adamı” olmanın ne olduğunu anlamaya başlamıştım. Benim için ise “arkamda duran” adamdı. En çok beğendiği fotoğrafımdaki gibi gölgeydi bana. Ahlaki duruş, fikir namusu, kültür ve sanat kaygısı bakımından ardıma baktığım ve kendime çekidüzen verdiğim, var olmasından güven duyduğum insandı.

Kaderi kaderle öğretti bana…

Akif Hocam…

Hamit Kardaş

Yolumuz ilk kez Mart 2011’de Dünya Bülteni’nde çalışmaya başlayınca kesişti Akif Emre hocamla. Balmumcu’daki ofise iş görüşmesine gittiğimde kendisiyle değil, sitenin Yazı İşleri Müdürü Ahmet Sezer’le konuşmuştuk. Ahmet Bey, bir ara odadan çıkıp 10 dakika sonra döndüğünde ertesi gün gelip başlamamı söyledi.

İlk iş günümde haber toplantısına girdik. Üzerinde yığınla kitap bulunan masasında mütebessim ve fakat ciddi çehresiyle oturuyordu. Ahmet Bey gündemi okurken Akif Hocam aralarda haberlerin nasıl görülmesi gerektiğine dair bir şeyler söylüyor, gazetecilik dersi veriyordu.

Akif Emre ile Dünya Bülteni maceramız Nisan 2016’ya kadar sürdü. Her iş gününde toplantı yaptık. O öğretti, biz öğrendik. Bu tarihte bültenden ayrıldı, biz devam ettik. Nisan 2017’de ben de ayrıldıktan 1,5 ay sonra beni arayıp yeni site projesinden bahsetti ve beraber çalışmayı teklif etti. Hiç düşünmeden kabul ettim ve böylece haberiyat.com doğdu. Sitemiz 8 Mayıs 2017’de açıldı ancak ne yazık ki 23 Mayıs’ta ofise geldikten 15 dakika kadar sonra odasına girdiğimizde koltuğa yığılmış halde bulduk kendisini. Acil servisi aradık, ambulans yarım saat sonra gelebildi. Böylece en değerli hocamı kaybettim.

Akif Hocamın Haberiyat’a dair büyük projeleri ve umutları vardı. Ancak okuyucuların yoğun teveccühü ile karşılaşmasına rağmen medyadaki dostlarının siteyi görmemesine, ona dair bir haber yapmamasına çok üzülüyordu. Vefatından önceki gün bana, “Siteyi açalı 15 gün oldu ama medyada hiç haber yapılmadı siteye dair. Sadece Cengiz Er gördü sitesinde. Allah razı olsun” demişti.

Akif Hocam yalnız vefat etti, cenazesinde bulunan binler, sağlığında pek arayıp sormazdı. Hazindir ki kalp krizi geçirdiği sırada iki oda ötede bulunan ben bile fark edip yanına gidemedim de on dakika sonra toplantı için odasına gittiğimde koltuğa yığılmış haliyle karşılaştım.

Hem Dünya Bülteni’nde hem de Haberiyat’ta cazip olan günceli yakalamak yerine düşünce dünyamızı anlamlandıracak gündemi, yani hakikati takip etmeyi, kıyıda köşede kalmış ancak hakikati temsil eden gündemi kamuoyuna duyurmanın peşindeydi.

Ah Akif Hocam; hani yazılarını yazdıktan sonra son okumasını yapmak üzere bana gönderirken “Kurtarır mı” diye sorardın ya; Evet Hocam, kurtarırdı, kurtarıyordu, kurtaracaktı… Ancak biz gösterdiğin ölümsüz hakikati takip etmek yerine cezbedici güncele yöneldik. Affet bizi Hocam.

Âlimin Ölümü her zaman âlemin ölümü değilmiş

Muharrem Balcı

Akif Emre Hakk’a yürürken onu yeteri kadar tanımayanlar yetim kaldı.

Akif Emre, uzun yıllar, düşünceleri, duruşu, tavrı bakımından örnekliklerin az yaşandığı iman-amel bütünlüğü sathında bir işaret taşı olarak ifade edilebilir.

O halde Akif, bize “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir” sözünün her zaman doğru olamayacağını da gösterdi. İşte tüm hayat hikâyesi ve eserleriyle bir âlim Akif önümüzde ve âlem ölmüyor, aksine örnekliği âlemin yolunu aydınlatıyor. Bunu cenaze defni sırasında birçok seveninden duydum. Temennim odur ki, Akif’in ölümü âlemin dirilişi olur.

Asıl dert Akif Emre’nin dünya değiştirmesi değil, onun yerini doldurabilecek insanların olup olmaması. “Bir insanın doğruluğunu güç ile olan ilişkisi belirler” sözünün sahibi ve örneği bir Akif olunabilir mi? İşte asıl mesele… Bir öğrencisi şöyle diyor “Emeğinden öperiz ağabey, buz gibi ellerinden, yolculuğundan, ak düşmüş saçından, şerefli alnından…”

Bunca güven veren, garip bir yolcu, fakat ışık saçmaya devam eden bir fener. Öyle bir fener ki, çağdaşlarının, hatta bir kısım dostlarının inadına, “iktidarların ille de yanında veya karşısında olmak gerekmediğini, uzağında da olunacağını” çağına ve geleceğe belleten bir öğretmen.

Akif’le her konuşmamızda iktidarlara yakın veya düşman olanları konuşmuştuk. Bir de, “alternatif olmaktan müşteri olmaya” evrilenleri…

Akif, hepimizi kıskandırdı. Şimdi ellerimiz başımızın arasında, Hakk’tan yana taraf olmanın öğretisini ve pratiğini nasıl oluşturacağımızın derdindeyiz. Akif’ler, bizim tarihi gerçekliğimizin gelecek tasavvurları oluyor. Bundandır ölümlere parçalanmayışımız.

Bunca hüsn-ü şahadet kaç mü’mine nasip olur.

Huzurun arasına bizleri de kat Akif kardeşim.

Dostların, şahitlerin çok güzeldi

Mustafa Şahin

Akif Emre’yi Allah çağırdı. Mekanı cennet olsun. Cennettir inşallah. Zira, o Allah’ın istediği bir hayat sürdü. Akif Emre, çok asil ve yüksek bir ruhtu. İzzetiyle şerefiyle yaşadı. Hayatı boyunca hakkı ve hakikati söyledi. Kimseye müdana etmedi. Eğilmedi bükülmedi. Bu çıfıt çarşısında herkesin, hepimizin rağbet ettiği hiçbir şeye rağbet etmedi, hiçbir şeye elini uzatmadı. İslam’a, İslam ümmetine, İslam yurduna, İstanbul’a, erguvanlara aşıktı. Yayın dünyamızın en önemli müesseseleri onun elinde şekillendi. Kaç müessese kurduysa ve bir yere getirdiyse elinden alındı. Ve o her seferinde sıfırdan başladı. Gözünün önünde onu görmezlikten gelen kimseyi mahcup etmedi. Elinden tuttukları elini bırakıp ganimete koştuklarında arkalarından hüzünle baktı sadece. O her seferinde bir üst basamağa çıkarak temaşa etti İslam’da siluet mi olur diyen imarlı çelenkli süfli dünyamızı… Şimdi en yüksekte… Aaaah Akif ağabeyim… Canım ağabeyim… Güzel ağabeyim… Ramazanın, iftarın, sahurun, seherin mübarek olsun ağabey. Cenaze namazın çok güzeldi ağabey. Asil ve şerefli ailenin, eşinin, çocuklarının duruşu ve Allah’tan geleni karşılama hali çok güzeldi. Dostların, şahitlerin çok güzeldi. Taha ve arkadaşları çok güzeldi. İstanbul’un kalbindeki yerin, komşuların, sevenlerin, uzaktan yakından gelenler, gelmeyenler, gelemeyenler, hicap edenler, pişman olanlar, çiçeklerin, toprağın çok güzeldi sevgili Akif ağabey.

Tanıdığım Akif Emre

Aynur Erdoğan Coşkun

Benim tanıdığım Akif Emre hiyerarşik bir ilişkiyi imleyen ağabeylikten daha çok karşılıklı beslenmeyi ve paylaşımı önemseyen bir dostlukla anılabilir. Bu, denklerin ilişkisinin doğurduğu bir dostluk değil, bilakis onun tevazuunun ve insanı önemseyen dünya görüşünün şekillendirdiği bir ilişkiydi. Ancak ilişkilerinde ve muhabbetlerinde kişisel meselelerini ve çıkarı konu etmeyen biri olduğu için onu en çok düşüncesiyle anmak gerekir.

Akif Emre birçok konuyu dert edinen bir yazar. Onun siyasi düşüncesi ve İslamcılık anlayışı bunu gerektiriyordu çünkü. Kah dış politikadan kah ahlak ve toplumsal sorumluluktan dem vuran yazılarının ardında siyasetten gündelik hayata uzanan, parçalı olmayan, bütünlüklü bir dünya görüşü vardı. Onun mümin, Müslüman ve İslamcı olmaktan anladığı buydu bence. Gündelik hayatta yoksulun, garibin, çaresizin gücü yettiğince elinden tutmaya çalışmakla, namaz gibi rutin vecibelerini yerine getirmek arasında fark görmediği gibi, helalinden geçimini sağlayıp toplumsal ilişkilerinde Müslüman ahlakını gözeten bir dengeyle, İslam kardeşliğini temel alan siyasi seçimleri arasında aynı derecede titizlendiğini gözleyebilirdiniz.

Bu denge ve makuliyet hali İslamcılığımızı değerlendirirken de ortaya çıkardı. Ona göre, modern döneme hitap eden ve bu süreçle hesaplaşan İslamcılığın yaklaşık yüz elli yıllık tarihinin zaaflarını ve iddialarını adil bir nesnellikle ele alırdı. Bu nesnellik onun değerlendirmelerine, eleştirel tutumunu korurken, doğru bildiğini de büyük bir sebat ve kararlılıkla savunma refleksini sağlıyordu. Bu sebeple Meşrutiyet dönemi İslamcılığının pozitivist düşünce ve bilim anlayışıyla maluliyeti, Necip Fazıl Kısakürek’in sağcı ve milliyetçi düşünceyle ithamı, 1980’li yılların İslamcılık anlayışının uygulanma ihtimali olmadığı tartışması ve nihayet İslamcılığın öldüğü iddiası onun makuliyet imbiğinden geçince bugünün İslamcı düşüncesine tarihi birikim oluşturan ve eleştirellikten geçerek tazelenmeyi gerektiren bir muhtevaya dönüşür. “İslamcılık öldü” iddiasının bugünün Müslümanını alternatifsiz bıraktığı ve yaşanan gerçekliğe teslimiyeti getirdiğinden hareketle “her dem tazelenmeyi” savunurdu. Soru sormak, sorgulamak hesaplaşmayı canlı tutmanın ilk adımıydı. Müslümanların modern dönemde yaşadıkları çelişkilerde, bu çelişkileri yok sayarak uyumluluk göstermektense çelişkilerini canlı tutarak, sorgulayarak cevap aramaya devam etmeleri önerisine sahipti.

Akif Emre, onurlu ve dik duruşunun kaynağı olan düşünce yapısıyla anılmalıdır. Nostaljiye geçit vermeyen, geçmişe öykünmek yerine tarihi mirasla geleceğe yürüyen, geleneği geleceğin inşasında dayanılan dinamik bir sabite olarak gören ve “her dem tazelenmeyi” salık verendi. Onun hayat hikayesi canlı bir örneklik teşkil ettiği gibi vefatı da tefekkür ve tahayyülün vesilesi olabilir.

Çizgisiz defter gibiydi

Mustafa Kirenci

“İz”ler isimli kitabından sonra “Çizgisiz Defter” Âkif Emre’nin yayınevimizden çıkan ikinci kitabı oldu. Sırada isimleri ve konuları da belirlenmiş 3. ve 4.  ve zamana yayılmış diğerleri vardı. Yazılar kitap düzeninde tasnif edilmiş, son okumaları kalmıştı. Biz ne yaparsak yapalım zaman hükmünü icra ediyor, kader ne bir saniye eksik ne de fazla tecelli ediyor.

Biz şimdilik yaşamaya devam edenler için ondan geriye çok şey kaldı: Takip edeceğimiz idealleri, ufkumuzu açan düşünceleri, her birimize örnek olacak üstün insani vasıfları. Her şeyden önce ilkeli, güzel ahlak sahibi ve düşünen bir insandı. Görebildiğimizden öte gönül sahibiydi. “Çizgisiz Defter” gibiydi. Tertemiz ve iç açıcı… Kader o defteri geride hiçbir gönül lekesi kalmadan kapattı. Bizler içinse henüz devam ediyor.

Bizim için kitapları Büyüyenay’dan çıkan bir yazardan çok fazla anlamı vardı. Fikrine güvendiğimiz, istişare edebileceğimiz, derdimizle dertleneceğinden emin olduğumuz biriydi. Onu seviyorduk ve en güzeli sevildiğimizden de emindik.

Muhit olarak birbirimize yakın oturduğumuz Âkif Emre, Cemal Şakar, Suavi Kemal Yazgıç ve Adnan Uğur istisnasız her Çarşamba akşamı semtimizde buluşur sohbet ederdik. Haftanın olayları, geçmişin zihnin kıvrımlarında kalmış anıları ve şahitlikleri, ortak dertlerimize kadar birçok konu birbirimizin kalbine dokuna dokuna ilerler ve birbirimizden memnun ayrılırdık. Bu benim için haftanın bir akşam vaktinden gecenin ilk saatlerine kadar sıkıştırılmış özü gibiydi. Âkif Emre’nin derinlikli tahlilleri, Cemal Şakar’ın muzip ve zekice çıkışları, Suavi Kemal’in ani ve beklenmedik her seferinde de şaşırtıcı olma başarısı gösteren atakları ve Adnan’ın öğrenmek istediğini kamilen ortaya koyan sorularıyla akşam geceye evrilir, içimizden birinin aniden saate bakmasıyla neredeyse hep birden “bu hafta da bitti” der ve evlerimize gitmek üzere oturduğumuz yerin kapı eşiğine gelirdik. İlk ayrılan Âkif Ağabeydi. Dördümüzün evi aynı yöndeydi. Onunla yine Çarşamba günü görüştük. Bu kez yer Fatih Edirnekapı’ydı. Sonsuza kadar vedaydı. Cenaze namazında imam efendi iki kez Âkif yerine “Ârif Emre” dedi. Belki bütün sözleri söyleten bu vasfını da imam efendi diliyle duyurmuş oldu.

Sorgulama bıraktı ardında

Fahri Solak

Akif Emre’nin beklenmedik, ani ve her ölüm için söylenebildiği gibi “erken ölümü” üzerine çok şey yazıldı, çok şey söylendi. Eyvallahsız oluşundan, karakter timsali oluşuna, duruşundan, duyarlılıklarına, dostluğundan, ihlaslı Müslüman tavrına ve analizlerine kadar söylenenleri şüphesiz fazlasıyla hak ediyordu.

Fakat bir husus var ki, fikir ve mücadele hayatı boyunca kesin inançlara, değişmez doğrulara saplanmak yerine sürekli sorgulayan, muhasebe yapan, doğruyu arayan ve yanlışa taraf olmaktan sakınan bir Abi olarak tanıdık, bildik kendisini. Sadece siyasi gündeme ilişkin değil, insan ilişkilerinde, sivil toplum çalışmalarında, gençlik hareketliliklerinde, Türkiye’yi ve dünyayı okumada hep bu yaklaşımını sürdürdü ve yanında yakınında olanlara da hal ve sözleriyle bunu telkin etti. İyiliği telkin etme, kötülükten sakındırma; gördüğü olumsuzlukları eliyle düzeltme, imkanı yoksa diliyle itiraz etme tavrını, muhtemel bütün maliyetlerini göze alarak sürdürdü. Sonuç olarak bu bağlamda taşınması zor birçok maliyeti de üstlenmek zorunda kaldı zaten.

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz” hükmüne yaraşır şekilde, ani ve “eyvallahsız ölümü”, bütün bunları hayatının eksenine koyan Akif Emre’nin geride yaygın, çok yönlü, mahcubiyetler ve sükut da içeren bir sorgulamaya, muhasebeye yol açtığını da söyleyebiliriz. Gerek akranları, gerek bizler gibi bir sonraki kuşak tanıyanları arasında, hatta şahsen tanışmayan farklı çevrelerde temsil ettiği, taşımaya çalıştığı ve savunduğu değerlerle ilişkilerin sorgulanmasına, muhasebe edilmesine yol açtı. Bu durum reel olarak neyi değiştirir bilinmez ama Akif Abi beklenmedik gidişiyle de yine üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Umarım bu sorgulama, muhasebe geride kalanlarda iyi örnekleri çoğaltma, yaşarken kadir şinaslık gösterme ve yeni nesillere doğru rol modeller oluşturma duyarlılığının artışına kalıcı katkıda bulunur.

“Semere-i hayat, hayırla yad edilmek” ise, Akif abi sadece Türkiye’de değil, Doğu Türkistan’dan Balkan ülkelerine kadar İslam Coğrafyasında çok az faniye nasip olacak bir şekilde bu mazhariyete erişti. Dilerim bu hüsn-ü şehadetler Rabbim katında da makbul olur.

Otuz yıla yakın tanışıklığın biriktirdiği anıları, mekânları, diyalogları, yazışmaları, çalışmaları, duyguları ifade etmenin zorluğunu kabullenerek, bu kısa yazıda gönül rahatlığı ile şunu söyleyebiliyorum: “İyi bilirdik!”, mekanı cennet olsun.

“Ben yazmayı bilmem Akif abi”

Mustafa Demiray

İyi bir kulak verici ve müsteşar olan Akif abiyle sohbetlerimizin biri de böyle bitmiş olabilir. Muhatabına değer veren, gönlüyle dinleyen, doğru yolda teşvik eden biriydi.

İnsan Yayınları editör silsilesi içinde eslâf-ı kibârımdandı. Küre/Klasik’te âmirim oldu. Vazife verir ve takip ederken de bilgi, görgü ve tecrübesini paylaşırken de muhatabını ezmeyen bir zarafetle meşbu idi. Onurlu bir tevazuu, huzur veren bir ilgiyle doldurduğu sohbeti vardı. Her daim münasip şekilde büründüğü şık bir tarzı vardı. Karizmasını artıran saçı sakalı da hiç bakımsız görülmedi. Yayınevi mutfağında kitabın yanı sıra yemek ve çay da hazırladım Akif abiye. Beğenmediği hiç olmadı. Ağır adamdı. Bilge adamdı. Cömert adamdı. Çelebi adamdı. Dertli adamdı. Estet adamdı. Kelimeler ve ezcümle dil konusunda hassastı. İğvalara kapılmadı, bilakis istememeyi tercih etti. Çarklara kapılan tanıdıkları için hüzün doluydu.

Mazlum beldelerden bahsederken dumanlanan gözleri söz Erciyes’e tırmandığında ışıldardı. İslâm dünyasının gündemden ırak, nisyana terk edilmiş bölgelerini izlerdi. Batı düşüncesini, bilhassa niş temaları takip ederdi bir yandan da. Aliya’nın kitaplarının tercümesine vesile olması büyük katkılarından biri. Cuma namazı çıkışı onunla Selçuk Sultan Camii önündeki sergideki kitapları karıştırmak, en sevdiğim hatıram.

Aylarca bahsini etmemize rağmen haccını tebrik edip hurmasını yeme vesilesiyle sohbetine gidememek ise büyük üzüntüm. Salı günü akşamı evinde o hurma yendi amma ba‘de harâbi’l-Basra. “Kendini düzeltmeden Akif Emre hakkında yazma” diyen bir okuyucusunun sitemiyle bitireyim:

“Çürümenin hatta kokuşmanın âlâsı, ‘Elimizi uzattığımız her şey çürüyor. Belki de dokunduğumuz için biz çürütmekteyiz.’ diye feryat eden bir yüreği nefes alırken yalnız bırakan, hırpalayan, görmezden gelmeye çalışanların, nefes almadığından emin olduktan sonra timsah gözyaşları dökmesidir.”

“nefes almadığından emin olduktan sonra” kısmı önemli. Kendi payımı sırtlanıyorum.

Akif’i kaybetmek…

Yalçın Çetinkaya

Akif’le bundan herhalde 25 yıldan fazla bir zaman önce, gazetecilik yaptığım dönemlerde tanıştık. İlk tanıdığım günkü sâde, sâkin, vakûr, müeddeb, mütevâzî  Akif ne ise, vefatından kısa bir müddet önce telefonda konuştuğum Akif de oydu. Tanıdığım Akif, bir mü’min olarak yaşadı, elindekini paylaştı, cesaret verdi, kırılan umutları toparladı, elbette çevresinde ve yaptığı işlerde zaman zaman incitildi ve üzüldü, hayal kırıklığı yaşadı, fakat şikâyet etmedi, işine daha büyük bir şevkle sarıldı ve yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya çalıştı. İstikametini ve duruşunu da hiç değiştirmedi. Az konuşan fakat çok tefekkür eden bir zamâne dervişiydi Akif.

Herhalde Türkiye’de en uzun süreli müzik yazıları yazan kişi benim. Müzik yazıları yazmaya Akif Emre sayesinde başladım. Yeni Şafak Gazetesi’ne Yayın Yönetmeni olduğunda beni gazeteye davet etti. Her hafta pazar günleri tam sayfa yayınlanmak üzere pazar röportajları yapmamı, bu röportajlar dışında da yine her cumartesi günü yayınlanmak üzere bir müzik sayfası hazırlamamı, bu sayfada bir de müzik yazıları yazabileceğim köşe açmamı teklif etti. Röportaj işi kolaydı, fakat müzik sayfası hazırlamak ve köşe yazısı yazmak biraz gözümü korkuttu. Bunu Akif’e söylediğimde verdiği şu samimi cevap, cesaretimi artırdı: “Yalçın, biz seni biliyoruz, sen asıl müzik sayfasını daha rahat yapar, köşeni de yazarsın. Üstelik bu câmiâda bu işi bu düzeyde ilk kez sen yapacaksın, yapmalısın da ve senden başka yapacak adam da yok, hiç telâşlanma halledersin”.

Büyük bir heyecanla işe koyuldum, “Memleket Meseleleri” başlığı ile üç yıl boyunca Yeni Şafak Gazetesi’nde Pazar röportajları yaptım, müzik sayfası hazırladım ve müzik köşesi yazdım. Pazar röportajları, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “Yılın En İyi Röportaj Ödülü”ne lâyık görüldü. Hem “Memleket Meseleleri” başlıklı röportajlar aynı isimle ve hem “Müzik Yazıları”, Kaknüs Yayınları tarafından kitap olarak basıldı.

Cenazesine iştirâk eden binlerce kişi ve bu kişilerin temiz yüzleri, samimi duaları ve Müslümanlara hizmet etmek, onların bilgi ve ufuklarını genişletmek çabasıyla yaptığı önemli çalışmalar herhalde Akif’in geriye bıraktığı en büyük ve en değerli hatıra olacak. Yeri kolay doldurulamayacak bir kardeşimi, arkadaşımı kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyim. Mekânı cennet olsun. Akif’e Allah’tan rahmet, kederli ailesine ve geride bıraktığı bütün sevenlerine sabr-ı cemîl niyâz ediyorum. Kendisini her zaman rahmetle ve büyük bir özlemle hatırlayacağım.

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”.

Akif “umut” diyordu

Mehmet Akif Ak

Merhum Akif’imizin, Darülbekâya yürüyüşünü duyduğum ilk anda zihnimde bir fotoğraf hâsıl oldu ona ait. Akif, göründüğünden, görünmeye çalıştığından veya bizim onu gördüğümüzden çok daha donanımlı, çok daha değerli gerçek bir dava adamıydı. Akif Emre’nin de içinde olduğu kuşak mensuplarına benzeyen kimseler, geleceğin Türkiye’sinde var olabilecek mi, şüpheliyim. İnşallah yanılırım.

Akif, bu ülkeden, hepimizden çok çok alacaklı olarak dünyamızı terk etti. “Marifet iltifata tabidir” lafını onun özelinde çöpe atalım gitsin. O asla iltifat beklemedi. Ne olduğunun, kim olduğunun farkında idi; kısacası tasavvufi anlamda “men arefe nefsehû” sırrına vâkıf olduğundan onun iltifatla bir işi olmazdı. Ama birikiminin, ehliyetinin davası yolunda daha fazla karşılık bulmasını beklerdi; salt bundan dolayı bir burukluğu, münzeviliği, hatta biraz da umutsuzluğu vardı diyebilirim. Derinden akan bir nehir gibiydi; sükûneti, nelere muktedir bulunduğunu örterdi; dervişane idi, mahviyeti onu görünmez kılıyordu, ama ona nereden bakılması gerektiğini bilenler, ondaki pırıltıları hemen fark ediyordu.
Ben Akif’in düşünce dünyasını uzun uzadıya anlatacak değilim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Nev’i şahsına münhasır bir İttihad-ı İslâmcıydı; salt bu özelliği ile örnek alınsa çok büyük bir zenginliğe erişilir. İslâm Dünyası demezdi, hatta buna kızardı, onun ifadesi “İslâm Âlemi” idi. Akif, sevdalısı olduğu İslâm Âleminin geçmişi, şimdilerde yaşadıkları ve geleceği ile ilgili ölesiye ter dökerdi. Olan biten ne varsa hepsini doğru bir biçimde öğrenmeye çalışırdı. Çok daha önemlisi Koca İslâm Âleminin bir yurttaşı olarak her yeri gezmek, görmek ve yaşamak isterdi. Endülüs’ü köylerine kadar gezmişti. Nev’i şahsına münhasır özellikleri bunlardı işte. Onu tanımayan ya çok zengin bir âilenin seyahati seven bir serüvencisi ya da kendine yüklü bir miras kalmış biri sanırdı. Kotardığı işlerin çapına bakılırsa böyle bir intiba da bırakması anlaşılır bir şeydir.

Üsküdar Vapurunda karşılaşır, muhabbet ederdik. Bu muhabbetleri bazı zaman yazılarında söz konusu ederdi. En son Çürümüşlük ve Umut yazısını okuduğumda heyecanlandım, Akif “umut” diyordu. Birkaç paragraflık notla sevincimi ve heyecanımı kendisiyle paylaştım, ama dönmedi. Bir iki şey yazarak bana dönseydi, bugün onlar hiç şüphesiz altın değerinde şeyler olurdu, nasip değilmiş. Allah mağfiretine gark etsin.

 

 

 

 

Benzer konular