Oruçlu olduğumuz günler geride kalmak üzere ama ben, çok istediğim hâlde, bir Ramazan yazısı kaleme alamadım. Hâlbuki matbuatımızda Ramazan yazılarının özel bir yeri vardı. Eski gazetelerimizde Ramazan Musahabeleri başlığı altında özel bir bölüm oluşturulur, devrin kudretli yazarları tarafından bu ayın ruhaniyetine uygun yazılar yayımlanırdı. Günümüzde de bu geleneği devam ettiren yazarlar vardır, fakat galiba ben cesaret edemiyorum. Çünkü ne dingin bir okul hayatı yaşadım ne süreklilik arz eden bir geleneğe sahibim ne de bu gelenekten yetişme kusursuz bir kalemim. Belki çocukluğumun birkaç ramazanı için dinginlikten bahsetmek mümkün olabilir ama orada da Ramazan ruhaniyetini yaralayacak süreksizlikler var.
Keşke kasabamızın sokaklarına serilen hasırlar ve sahura kadar devam eden sohbetler hakkında daha fazla bir intibaa sahip olsaydım. Yaşadığım köy ile kasabamız arasında mesafe çok az olmasına rağmen bir gece vaktinde gidip gelme imkânımız yoktu. Hâlbuki çocukluğumun Ramazanları tam da yaz mevsimine denk geliyordu. Bu yaz mevsiminde sokaklar sahura kadar boşalmazdı, oysa bizi sabahın erken saatlerinde tarladaki işler bekliyordu. Sabah saat ona kadar tarlada çalışmalıydık, bu bazen on bire kadar sürerdi. Çalışmanın uzadığı günlerde öğlen uykusuna dalmak gerçekten imkânsız bir hâle gelirdi. Suskunluk hâline teslim olma vaktiydi bu saatler. İkindiden sonra ise sanki yepyeni bir hayat başlardı, serinlik köyün sokaklarını yalar bize hayat bahşederdi. Güneşin batmasına yakın esinti ve serinlik bir kat daha artar, ağaçların gölgesi uzadıkça uzardı. İşte bu uzayan gölgelerde iftarı beklerken geçen zamanın hatıraları bendeki Ramazan’ın en kıymetli parçalarıdır.
Her Ramazan fakültenin koridorlarına asılan İslam karşıtı afişler, oruçken sabahın erken saatlerinde tarlada boğazımıza yapışan toz gibi rahatsız edici bir kekremsilikti. Gelip geçici olduğunu biliyorduk ama zamanın ruhunu onlar temsil ediyordu. Darbe liderinin miting meydanında kast-ı mahsusla su içtiği günlerden geçiyorduk. O günleri, “ah eski Ramazanlar” şeklide bir iç geçirmeyle anmanın anlamlı bir tarafı yok. Bu yönüyle gelenek, aristokratik bir çağrışım uyandırıyor. Oysa biz, sınıf bilincine (!) sahip olmasak da bir tarihin, bir coğrafyanın, bir medeniyetin bütün yükünü geleceğe taşımanın heyecanı içindeki yeni bir kuşaktık. Ortak bir sosyal geleneğin insanları değildik belki ama bu ülkenin geleceğini temsil ettiğimize yönelik inancımız yüksekti. İmam Hatip geleneği şeklinde adlandırabileceğimiz bir sürecin ürünü olsak da kesinlikle ne bir parti ne bir cemaat ne de bir tarikatın eseriydik. Kesinlikle alışılmış bir geleneğin ürünü değildik, serseri tabiatlarımızı başka türlü izah etmek zordur. Ama bu kuşağı köksüz olmakla suçlamak bu işlerden anlamamaktır. Şehirlerde yerleşik hâle gelmiş batılılaşmacı bir cumhuriyet geleneğiyle, dönemi bitmekte olan ve kasabasına kadar ulaşmakta zorluk çeken birbirinden bağımsız hayatların yaşandığı köy geleneğinin kutsanmaya değer olduğunu zannetmiyorum. Aksi yönde bir kanaat olsaydı yeni bir Türkiye ve yeni bir coğrafya sevdasına düşmek anlamlı olmazdı.
Ramazan, oruç zorluk ve kolaylığı bir anın içinde yaşatır, sıkıştırılmış ya da daha güzel bir ifade ile yoğunlaştırılmış bir ibadettir. Tarlada saat ona kadar güneşin gözünde yapılan bir çalışma, insanın boğazına yapışan toz zerreleri zorluk kısmıdır, ama aynı günün akşamına doğru uzadıkça uzayan ağaç gölgeleri kolaylığın iç ferahlatıcı serinliğidir. Müezzinin sesiyle biraz önceki suskunluk usulca kaybolur ve bir ibadetle ulaşılan vuslat gönüllere dinginlik kazandırır. Bunların hepsi kısacık bir günün içinde yaşanılır.
Günler kısa olduğu gibi zamanın bizzat kendisi de kısadır. Aslında sabır, Müslümanlıkla örtüşmüş bir haslettir. Yüz yıl önce her tarafta kaybetmiş ve kayıpları devam edecek bir coğrafyamız vardı. Artık bizim adımıza başkaları konuşacaktı. Bir suskunluk hâline teslim olmak gerekiyordu. Sabır ve gayret vaktiydi. Kimileri bu suskunluk hâlini anlamadı ve hâle teslim olacaklarına gidip başkalarına teslim olmayı tercih etti. Onların gayreti başkalarınaydı. Hâlbuki boğazda kekremsi bir tat bırakan toz sadece bir tozdu. Müezzinin sesiyle birlikte elimizi hafifçe uzatıp “bismillah” diyerek içtiğimiz bir bardak su vücudumuzu baştan aşağıya canlandıracaktı.
Müezzinlerin bir gece vaktinde “esselatü vesselamü aleyke ya resulallah” çağrısına koştuğumuzda iftardan hemen önceki suskunluk ve hüzün hâlinin gönlümüze çöreklenmesi boşuna değildi. Biraz sonra vuslata erecek olmanın sevinciyle suskunluk ve hüzün bir arada yaşanılıyordu. Kimi mutlak vuslata erdi, şahadet haberleri arkası arkasına geldi. 15 Temmuz da kısacık bir geceydi, ama içinde çok şey barındırdı. Zorluk ve kolaylık çok kısa bir geceye sığdı. Sabah gün ışırken bütün korkuların sessizce yok olması ve yerini öncekinden başka bir Türkiye’ye bırakması bundandır.
Bir zamanlar Ramazan Musahabeleri’nde dingin zamanlara özlem dile getirilirdi. Bu yazılarda, içinde yaşanılan zamanlardan duyulan belli belirsiz bir hoşnutsuzluk da yer alırdı. Çocukluk ve gençlik çağlarımızda bu hoşnutsuzluk hâli devam etti. Şimdi ise dingin zamanlara yönelik bir arayışın hüküm sürdüğünü söyleyebiliriz. Yaşadığımız gerilimlerin başka bir anlamı olmasa gerek.