Onlar başkalarının ayak izine basarak yol alacak insanlar değillerdi. Hele ağabeyleri gibi Türkiye’yi kurtarmak adına, birilerine savaş açmaya gereksinimleri yoktu kendilerini ifade için. O yüzden çıkış için politik söyleme yaslanmadılar. Birçoklarının idolü bir okulda, derslerin sıkıcılığını dengeleyecek işler yapmak istediler. Bir araya gelişleri hemen meyve vermeye başladı. Ama bu, istedikleri çeşit ve lezzette bir meyve değildi; kendilerine ‘yasak meyve’ ilân ettiler yaptıklarını.
Onlar başka dünyaların insanı olmaya adaydılar; ‘başka’lıklarının farkındaydılar. Yalnızdılar fakat korkmadılar. Öncü olmanın zorluğunun farkındaydılar. Farkına vardıkları, onları denenmemişe ve tekrarsızlığa sürükledi. Sonuçta, taşlanacak meyve vermeye başladılar. Onlar artık ZEN’diler ve zenci psikolojisiyle davranmamanın karşılığını buldular: Ne kendilerini aşağıla(t)dılar, ne de kültürlerini. Üstelik yavaş yavaş kendi Zen’cilerine kavuştular.
Tekrarı yok bunun
Boğaziçi Müzik Klubü’ndeki bir avuç yetenek, 88’de biraraya gelir ve beylik rock formatında parçalar icra ederek konserlerde yaşıtlarını coştururlar. Fakat kısa bir süre sonra, yaptıkları müziğin kalıpları onlara dar gelmeye başlar. Yerleşik alaturka rock tarzından psychodelic’e, oradan da doğaçlamaya kayarlar.
Bu tercihi, müzikal bir arayıştan çok, kendilerine uygun hâlin tezahürü hüviyetinde belirler grup. O yüzden de ne konserlerinde ne de albümlerinde çaldıkları bir parçayı, asla bir daha tekrar etmezler; belki de edemediler: Tekrar, tercihlerine yasaktı. Uzun bir süre devam etti bu.
Verdikleri konserlerde kullandıkları film ve dia gibi görsel malzemelerle yaptıkları ‘şey’ tam anlamıyla bir gösteri hâlini alıyordu. 80’lerin ünlü Alman grubu Grobschnitt’in Solar Music konserlerindeki gösteri gibi; evet, kısmen.
‘Happening’ler de onları doyuramazdı; öyle oldu. Ama şu kuralı asla çiğnemediler: bulunulan atmosferden alınan etkiye göre icra. Sürekli değişim…
Stüdyoda bile vazgeçilmeyen bir doğaçlama sadakati. Ve nihayet, alternatif müzikte dünya çapında bir ‘yer’.
Dünyaya açılmak ama…
Zen için daima öncelik, konser performansının düzeyi…
Teknolojik üstünlük sağlamanın ne denli kolay olduğunu erken fark ettiler ve yanılmadılar: Kısa zamanda köklü bir hayran kitlesi ve hep ciddiye alınan bir rotaya kavuştular
Bu değişim, grubun elemanlarına da farklı biçimlerde yansıdı. Yola çıkarken dört kişiydiler. Akabinde farklı albüm ve konserlerde 30’u aşkın müzisyenle birlikte çaldılar. Her demo, albüm ya da konserde sabit kalan iki kafadar, grubun beyinleri Murat Ertel ve Merih Öztaylan.
Önce, tamamen piyasanın dışında, kaset formatında ve ‘yeraltı’nda çalışan Zen, 89’da ‘Uzay’, 90’da ‘Ku Ku Ku’ albümlerinin ardından 92’de CRR’de verdikleri konser ve onu izleyen 94 tarihli ‘13’ sonrasında sektör tarafından da keşfedilirler ve ilk ‘yasal’ albümlerini aynı yıl ‘Suda Balık’ adıyla piyasaya sunarlar.
Her ne kadar piyasa onlara göre değilse de, müzikte kokuşmuşluğun dışını bilenler tarafından erken kucaklandılar. Bu kucak açış, Türkiye’de Ortadoğu müziği üzerine araştırmalar yapan bir Amerikalı eleştirmen ve Sonic Youth’un gitaristi Thurston Moore’un önayaklığıyla Amerika’ya da taşındı ve grubun ‘Derya’sı 93’de Amerika’da yayınlandı.
Derviş Zaim’in ‘Tabutta Rövaşata’sına ‘Baba Zula’ adıyla yaptıkları müzik, belki de onların Türkiye’de tanınmasını ve sevilmesini sağlayan en ciddi etmendi.
Nihayet Kod Müzik etiketiyle piyasaya çıkan ‘Tanbul’.
Tanbul, tüm eksiği, gediği ve karmaşasıyla İstanbul’un sesi… Şehrin renk ve duygu mozayiğinin, zaman zaman da karmaşasının harmanı. Yaşadıkları bu şehirde ne görmüş ve duymuşlarsa kendilerince yorumlayarak 14 parçada hikâyelemişler Tanbul’da. Ve yine Kod Müzik etiketli Bakırköy Akıl Hastanesi’nde. Niye bu isim mi? Çünkü Bakırköy’de delilere, akıllılara, kendini akıllı sanan delilere, kendini deli sanan akıllılara ve bil cümle musikişinasa verdikleri konserin canlı kaydı bu albüm. Tarih 99. grubun son albümü aynı zamanda.
Zen’in çalışmaları, ABD’nin dışında İtalya ve Fransa’da da yayınlanır.
Zen’in garip başarısının sırrı
En belirgin farklılıkları doğaçlamaları: Türkiye’nin hâlen en sıradışı emprovize grubu kabul edilen Zen, değişik tür ve tarzlardaki tınıları, birçok coğrafyadan ‘yedirilmiş’ ezgileri bir potada eritir. Müziklerinde Batı kalıpları içinde Doğu ezgilerini, caz, blues, çigan, hatta senfonik öğeleri mistik müzikle karmalamaları ve Zen’e ait özgün bir bileşimle sunmaları…
Hatta türküleri ve arabeski de. Şu ünlü ‘sentez’ kolaycılığına kaçmadan üstelik; daha çok bir harman, ama orijinal.
Zen’in müziğindeki deneme arzusu ve zerafet, ‘Tanbul’da da var. Ama ‘Tanbul’u farklı kılan başka yönler de var. Rock’ın temel enstrümanlarından elektro gitar yerine, hayli değişik bir yöntemle çalınan elektro saz öne çıkıyor albümde. Üstelik uçukluklarını, hepsi emprovize kaydedilmiş parçalardan birini tersten aktarmaya dek vardırırlar.
Bakırköy Akıl Hastanesi’nde ise tam adına lâyık bir albüm. Adı geçen yere gidenler için de, potansiyel olarak gidecekler için de, gitmeyi hiç düşünmeyenler için de ideal bir kaynak.
Başka diyarların sesini kendi müziğimizle kaynaştıran Zen’in adı da, ilk çağrışımından farklı anlamlar içeriyor: Doğu’yu hatırlatması için biraz Zen felsefesi ama daha çok ‘kadın’ ve ‘enstrüman çalan’. Anlamında… Ebruzen, neyzendeki gibi. Yaptıkları hep çağrışımlara açık. Zen Türkiye’de doğaçlama rock’ın ve alternatif müzikal edanın öncüsü niteliğini koruyor.
Zen’i keşfetmek için ‘kendi’ olmak yeterli. Çünkü kendi ruhunun yankısını seslendirmek için ZEN’ci olmak gerekmiyor.
***
İslâmi edebiyat diye bir şey var mı?
İslâm ve edebiyat kavramları kaç türlü yanyana getirilebilir? Önce yalın hâl: İslâm, edebiyat. Ardından öbür olasılıklar: İslâm edebiyatı, edebiyat İslâmı, İslâm’da edebiyat, edebiyatta İslâm, edebi İslâm… Daha fazla absürde kaymamak için bir yerde bitirmeliyiz, İslâmi edebiyat. İşte bizim ilgileneceğimiz bu sonuncusu.
İslâmi Edebiyat… İslâm ve edebiyat, hangi ölçekte ve ne amaçla birlikte zikredilebilir?
İlk ânda aklınıza getirdiğiniz ve benim de kimi örneklerini sıralamaktan çekinmediğim gibi bir kombinasyon ya da permutasyon sorunu değil bu; bir zihniyet sorunu. Bu zihniyet sorunu üzerinde durmaya ne dersiniz?
Hangi etmenlerin veya ne tür kaygıların dürtüklemeleri sonrasında insanlar birilerinin yaptığı edebiyattan ya da bizzat yaptıkları edebiyattan söz ederken, ortaya koyduklarını bir başına kendi adıyla anmayı seçmektense, ona yapıştırılan sıfatın barındırdığı kimi niteliklerden medet umarlar? Hemen ayırdına varılacağı gibi burada amaçlanan, İslâm Bilimi ya da İslâmi bilim veya İslâm tarihi ya da tarihi İslâm kavramlandırmalarında olduğu türden bir tamlamada bulunmak değil. Buradaki niyeti sorgulamaksa öküz altında buzağı aramaya hiç benzemiyor.
İsterseniz yakından bakmayı deneyelim.
İslâm’da Şu-Bu
Muhakkak çekmiştir dikkatinizi; gerek medyada, gerekse her şeye karşın kendilerini o dine izafe etmekte sakınca görmeyen kimselerde, son yıllarda İslâm’ın adı bir biçimiyle ne zaman anılırsa anılsın, illâ ki bir şeye izafe edilmekte. Bizzat kendisi üzerine konuşulmaktansa sanki o konuşuluyormuş gibi yapılarak, İslâm’ın herhangi bir uzantısı, belki o ‘bizzat kendisi’ olmadan yanlış anlaşılabilecek bir ayrıntısı gündem edilmekte: İslâmi sermaye, İslâmi ekonomi, İslâmi eğitim, İslâmi basın filân.
Bunun şöyle 20-25 yıl önceki çeşidiyse, Müslümanların köpürttüğü bir yığın, çoğu zayıf metinlerde gözlenmişti: İslâm’a göre kadın, İslâm’a göre eğitim, İslâm’a göre toplum, İslâm’a göre şu-bu… Bazen bu adlandırmada ismin ‘de hâli’ tercih edilmiş ve ortaya yine aynı kıratta, İslâm’da Kadın, İslâm’da Eğitim, İslâm’da Toplum, İslâm’da Ekonomi ve hatta İslâm’da İktisat gibi başlıklar altında yığınla kitap üretilmişti.
‘İslâmi edebiyat’ masaya yatırılıyor
Bu yaklaşımların tümünde de, bir türlü sağlıklı bir tanıma kavuşturulmayan ‘İslâm’dan yola çıkarak, birbiriyle ilintisi kurulamayacak; bir biçimiyle ilintisi kurulduğunda da ayrı ayrı atölyelerde imal edilmiş bir koltuğun parçacıklarının bir araya getirilmesiyle ortaya çıkacak farklı çap ve ebattaki parçalar gibi çeşitlilik arzeden ‘izafet sorunu’ vardı. Tam da bu acıklı yaklaşımdan kurtulduk derken, aynı yaklaşımın bir örneği, tekrar ısıtılıp gündeme taşınıyor: İslâmi edebiyat!
İlkin bir hatırlatma: Bir şeye izafe edilen, izafe edildiği şeyin önüne geçen durumunda değildir. O olmadan ‘kendi’ olamayan, en azından ‘öyleliğini’ izafe edildiğine borçlu konumunda demektir. Hâlbuki lokomotifin lokomotifliğini sağlayan nitelik, arkasına bağlanan vagonun niteliğine göre değişmez ki. Bir lokomotif, bizatihi lokomotif ise ona lokomotif derler. Vagona da, zaten vagon olduğu için vagon derler. Yani beheri, öbürüne ihtiyaç hissettiği için kendi adını hakketmiş değildir.
Şimdi buradan konuya bir kez daha bakalım.
İslâmi edebiyat da ne ola?
Nedir İslâmi edebiyat? Müslüman bir dünyada yaşayan insanların kotardığı edebiyat ürünleri mi, kendisini İslâm’a izafe eden ve konusunu İslâm’ın konularının açımlanması diye sınırlayan bir yaklaşımın ürünleri mi? Dikkatinizden kaçtığını sanmıyorum; “Müslümanların yaptığı edebiyat” gibi bir yakıştırmayı anmıyorum bile. Çünkü bir kültür dairesi içindeki bir bireyin yaptığı, inançları ne olursa olsun, o kültür ya da medeniyet ailesinin içerisinde değerlendirilir. Tıpkı geçmişte bir Ermeni’nin, bir Rum’un veya bir Yahudi’nin ortaya koyduğu bir kültür ürününün İslâm kültürünün malı olması gibi.
Günümüzden şöyle örnekleyebiliriz: NASA’da çalışan bir Müslümanın ortaya koyduğu başarı, İslâm kültürünün değil, Amerikan kültürünün malıdır. Değil mi? Peki o Müslümanın NASA’daki çalışmalarına Amerikalılar, Hristiyan Bilimi veya Hristiyan Tekniği yahut Hristiyan Mühendisliği mi diyor?
Üstelik bu açıdan bakmadığımızda bile ortada ciddi bir sorun var yine de. Çünkü bir Hristiyan’ın yaptığı edebiyat, örneğin Thomas Mann’ın yazdıkları, T. S. Eliot’ın şiirleri, Tolstoy’un romanları ya da Montaigne’ın denemeleri ‘Hristiyani edebiyat’ başlığı altında değerlendirilmiyor da, yakın dönemde ürün veren bir Müslümanın eseri niçin İslâmi edebiyat diye adlandırılabiliyor?
Edebiyatın Kendisi Varken
Dahası, dışarıdan bakıldığında, çok özel amaçlarla o dışarılara çevrilmiş isimleri, örneğin Orhan Pamuk’u, dahası Yaşar Kemal’i ya da Aziz Nesin’i bu kategoriye yerleştirerek değerlendirmiyor mu dışarıdakiler? Andığım yazarların ürünleri, ne denli o dinin niteliklerine uymazsa uymasın, bu isimler Müslüman bir dünyanın kalem örnekleri olarak değerlendirilmiyor mu sonuçta? Demem o ki halkı Müslümanlıkla özdeşleştirilen bir ülkenin edebiyatında zaten İslâm mündemiç iken, hangi akla hizmet için, o halktan birinin yaptığı edebiyatın adlandırılmasında o inancın adı anılma zorunluluğu hissedilsin?
Zaten işin en başında ve dolayısıyla en sonunda ‘lâyık olan’a edebiyat denmiyor mu? Bir şeyin sahici edebiyat olması için onun İslâm’a ihtiyaç hissetmesi niye? Aynı şekilde, bir şeyin sahici edebiyat olması için İslâm’ı dışarıda bırakması niçin gereksin? Bu ikisi bir başlarına, birbirleriyle ilintilenmeksizin de kendi niteliklerini koruduklarına göre, bunları bir araya getirmek için gerekli olan kaynaştırma, ne diye İslâm’ın sıfat durumuna indirgendiğinde gerçekleşsin?
İşte bütün bu kavram kargaşalıkları ve anlam bulanıklıkları, modern akımları yanlış anlamaktan kaynaklanan bir dünyevileşmenin çarpık uzantısı; sahici olmayan, sahte, kof ve geçici zeminler üzerine kurulmaya çalışılan küçük dünyacıklar…
Bu İslâmi edebiyat adlandırmasında köylülük yoksa başka bir tuhaflık var.