Zayıf bir yazar biyografisi: Dovlatov

Dovlatov Rusya, Polonya ve Sırbistan ortak yapımı bir biyografi. Ortak yapımların birçoğunun tuhaf bir kaderi vardır: tutmamak! Eliniz ne kadar mahir sayılırsa sayılsın, tarife ne kadar uyarsanız uyun, bazen mayonez nasıl tutmazsa ortak yapım filmler de öyle tutmaz. Ama çoğunlukla. İyi de “Berlin’den ödül almış bir filmden sözetmiyor muyuz?” diyorsanız peşinen söyleyeyim: O ödül filmin kendisine veya yönetimine veya senaryosuna değil, kostüm ve yapım tasarımına verildi. Elbette zayıf bir filmin zayıflığını tespit de mühim.

Bir yazar. Üstelik Rus. Yani dünyanın en iyi edebiyat ailesine mensup. Hem de muhalif. Hatta Nabokov, Soljenitzin, Mayakovski, Pasternak, Şolohov gibi Sovyet döneminde tanınan birkaç Rus yazarına eklenecek potansiyelde yeni bir isim sayılması gerektiği iddia edilmekte. Böyle bir ihtimal dahi insanı kanatlandırmaya yeter.

Ülkemizde pek tanınmasa da Sergey Dovlatov geçen yüzyılda eserini vermiş çağdaş bir yazar. Kimilerine göre Tolstoy, Dostoyevski, Çehov veya Puşkin kıratında bir isim. Rus edebiyat anlayışının, yani insan ruhunun günyüzü görmemiş dehlizlerinde gezinmenin, ironiyle karışık yeni bir örneği. Yazarın en şahsi eseri kabul edilen ve kendi hayatından derin izler barındıran romanı Puşkin Tepeleri ile Bavul adlı kitapları Türkçe’ye çevrilmiş durumda.

Yazarın ailesi de kendisi gibi muhalif. Aslen St Petersburglu aile, II. Dünya Savaşı başlar başlamaz sürgün edilir. Babası Yahudi asıllı bir tiyatro yönetmeni, annesi ise Ermeni asıllı bir oyuncu.

Zorunlu Gazeteci

Bitmeyen Fin Dili öğrenimini gazetecilik tahsili takip eder. Fakültedeyken başladığı hikâye yazarlığı macerasını, kendi döneminde tanınan bir yazarlık öbeğine katılarak taçlandırır. Yazık ki muhalifliği gerekçe gösterilerek yazdıkları dönemin güdümlü gazete ve dergilerinde bir türlü yayımlanmaz. O da bunun üzerine muhabirlik etmeye başlar. Yahut Puşkin Tepesi’nde gezginlere rehberlikle iştigal eder.

Memuriyetten kaçmak için generallerin hatıratını bile edite eder. Yoksayılmanın kaçınılmaz sonuçlarından yalnızca biri.

Hikâyeye devam elbette. Ne ki ilk hikâyelerini içeren Görünmez Kitap, KGB tarafından toplatılır. Artık tam anlamıyla yeraltına inmek zorunda bırakılmıştır. Çok geçmeden bir arkadaşının tespitini haklı çıkarır: “Sen evlilik için yaratılmamışsın.” Ve biricik kızının annesinden de ayrılır.

Yazdıklarının bazıları ancak Avrupa’da yayımlanabilmektedir. 1976’da Yazarlar Birliği’nden atılır. O da iki yıl sonra, odasında resmini astığı Hemingway’in memleketine kaçar. Orada eski karısı ve kızıyla birlikte yaşamaya başlar. Ve yakasını bir türlü sıyıramadığı alkolle.

12 yıl yaşadığı Amerika’da 12 roman yazar. 48’inde New York’ta ölür.

Renkli Bir Fon

Muhteşem bir hayat. Ve bu hayata yaslanan muhteşem bir film… beklentisi diyelim. Fakat beklenen Godot geliyor ama bu beklenti Dovlatov adlı filmde bir türlü yeterli karşılığı bulamıyor.

Film, bir grup muhalif sanatçı öbeğinin yaşantısının 6 gününü kapsar. Yer o zamanki adıyla Leningrad, tarih 1971’in azman kışı. Brejnev’in can çekişen Sovyet Dönemi’nin hiçbir işe yaramayan, tersine rejimi boğan suni teneffüs gayretlerini uygulamaya koyduğu günlerdeyiz. ‘Ücreti mukabilinde’ rejimi destekleyenlerin zıddına muhalifler seslerini duyuramamakta ve bütün resmi kurum ve kuruluşlardan dışlanmakta. Niçin? Rejimi korumak için. Bu çeşit tavırların bir rejimi ne kadar koruduğu ise zaten ortada.

İyi ama senaryosu sorunlu, yönetimi zayıf, anlatımı aksak, oyunculuğu işgörür düzeyde filmin hiç mi güzel tarafı yoktu? Görüntü yönetmenliği! Mekân tasarımları izleyicisini sahiden de 1970’lerin buzul soğuğuna taşımakta. Bu kadar mı? Asla! Birkaç sahne hususen zikri hakkediyor. Sergey’in yayımlanması için ürünlerini gönderdiği derginin iç avlusuna bir izmarit gibi atılmış, handiyse bütün zemini dolduracak metinlerden müteşekkil yazılı kâğıt denizini resmeden sahne meselâ. Veya bir rejim muhalifi aydının trafik kazasındaki ölümü sahnesi… Yahut bir gardiyan tarafından bir tutsağın, sebepsiz sualsiz pat diye öldürülüşü…

Bir Karakteri Iskalamak

Film aslında olay bakımından da karakter açısından da hayli zengin. Fakat filmde bütün karakterler, bütün olaylar, sıkıcı bir törende tribünlerin önünde boy gösteren resmi geçit havasında akıp gidiyor. Tıpkı nano bir kumaşın üzerinden suyun, o kumaşı hiç ıslatmadan akışındaki gibi muhatabı üzerinde hiçbir his veya düşünce uyandırmadan kayıp yokluğa karışıyor.

Beheri muhalif yazar, şair, ressam, heykeltıraş, müzisyen, tiyatrocu… Farklı meslek ve meşrepte yaratıcı… Filmde hepsinin başka ortak özellikleri de ısrarla gözümüze sokuluyor: Ölçüsüz caz iptilâlığı, tükenmez Amerikan hayranlığı, bitimsiz Avrupa düşkünlüğü… Sanki rejim muhalifliğinin yegâne imkânı veya tarzı bunlarmış gibi. Filme göre bütün muhalif sanatkârlar kemiksiz insanlar. Kabullenilmesi zor bir biçimde beheri de kendi milli değerleriyle bütünüyle irtibatını koparmış, yoz karakterler. Ben değil, film öyle diyor.

Parti tarafından her fırsatta yüzlerine çalınan aşağılanmaları dengelemek için belki de girişilmiş onca içki âlemleri, çapkınlıklar, serserilikler ve boşvermişlikler…

Filmde yalnızca Rus edebiyat ve sanat dünyasından simalara atıflar yok; ‘özgür dünya’ sanatçılarından da hayli alıntı var. Yazık ki bütün bu alıntılar, atıflar, seçilmiş sözler, filmi zihni yahut hissi bir düzleme taşımaya yetmiyor.

Bütün bu tasvirata rağmen yazık ki ne Sergey’in veya çevresindekilerin hayatına veya hayatlarının belli bölümlerine tanıklık edebiliyoruz, ne de içlerinden herhangi birinin ruh ve zihin dünyasına yakınlaşabiliyoruz. İstenmeyen bir misafir huzursuzluğuyla oturduğumuz koltukta, hiçbir yakınlık kuramadığımız bütün o çilenin şıppadanak bitip gitmesini istiyoruz sadece.

Kötü Dökü-Drama Gerçekçiliği

Dovlatov’un 126 dakikasının henüz beşte biri bitmeden filmin, von Donnersmarck’ın Başkalarının Hayatı’ndan çok Biket İlhan’ın Mavi Gözlü Dev’ine benzediğini teessüfle kavrıyorsunuz.

Demek ki klâsik hikâye anlatımını küçük görmemek lâzımmış. Alaturka dökü-drama yakıştırmamda boşuna haksızlık aramayın lütfen. Çünkü filmde görüp göreceğiniz yegâne marifet, meramı dümdüz ifade etmek. O kadar. Üstelik bırakalım etkileyiciliği, inandırıcılıktan, hatta kabul edilebilirlikten bile fersah fersah uzağa düşerek.

Hatta tekrar edile edile cılkı çıktığı düşünülen bir sinema anlatımının, yeri geldiğinde ne kadar kavi ehemmiyet arzettiğini anlayabilmesi için insanın ömrü hayatında birkaç Dovlatov nevinden dayatmacı, bir vakitler Pravda’nın yaptığının tıpkısını bu kez onu eleştirmek için aynen tekrar ettiğini göremeyen birkaç film izlemesi kâfi.

Filmde bir hikâye anlatmak, o hikâyenin parçacıklarını izleyicinin üzerine boca etmek anlamına hiçbir vakit gelmedi.