Zaman İmalâthanesi

Yaşadığınız gerçek ile düşlediğiniz gerçek arasındaki farktan sizi ciddi ciddi kuşkuya düşürecek bir film hayal edin. “Ohooo, sinema tarihinde böylesi işler sürü-sepet.” mi diyorsunuz? Sadece kısmen haklısınız. Ama şimdi sözünü edeceğim yapım, o izlediklerinizden yine de epeyce farklı.
Bir ilâç düşünün. İçiyorsunuz ve… birden ışınlanıyorsunuz. (“Işınla bizi Scutty!”… Işınlanmak… ‘60’ların hayal gücünün bereketi Uzay Yolu’nun imajinatif kalıp cümlesi…) Aslında sözünü ettiğimiz, bir ilâçtan çok, bir yazılım. Yazılım, evet. Yapay zekânın yakın gelecekteki yan ürünlerinden birinin öncülü yani. Ne işe mi yarıyor? Size yeni hatıralar kazandırıyor; üstelik yaşanmışının yerine. Hani şu size acı vereninin. Doğru anladınız; ilâcı ‘aldığınızda’ istemediğiniz hatıralar gidiyor, yerine istedikleriniz geliyor. Tam da canınızın istediği gibi. Üstelik acısız.
Durup dururken insan niçin böyle bir ilâç icat etmeyi akletsin ki? İyi ama ya kardeşiniz sizin yüzünüzden, siz ısrar ettiniz diye son bir kez daha denize daldığı için bugün hâlâ girdiği o komadan çıkamamış ve bitkisel hayattaysa! Ve siz, artık zihnen yaşamayan o insana, bir şekilde hatıralar kazandırmak, hayatı kaldığı yerden yaşatmaya devam etmek istiyorsanız…
İşler iyice karıştı mı? Peki, şimdi de azıcık geri çekilerek bakalım meseleye: İnsanoğlunun dünya sürgününde (Kimilerine göreyse dünyayı bir sürgün yeri varsaymasında…) onu en çok çıkmaza sürükleyen, vicdan azabının gayya kuyularına sürükleyen, yaşamayı telâfisi imkânsız bir azaba dönüştüren, en bitimsiz acıları yaşatan, en sonsuz çileleri çektiren şey, vicdan azabı değil midir? Öte yandan, yaşamak demek, başedilemeyecek miktarda vicdan sızısı barındırmak demek.
Kim böyle olmadığını iddia edebilir? Haydi diyelim iddia etti, makuliyet kaydıyla savunabilir ki! Hayat hâlen daha devam ediyorsa demek ki istikbale dair ümit kuşu, sesi kısılsa bile ötmeye devam etmekte, öte yandan, ıstırabın hakiki kaynağı mazidedir. Eskinin mahzeninde. Deneyimlerin yıpratıcılığı bir yanda, vicdan sızısının kaynağı yanlış kararlar öbür yanda. Her şeyin yegâne sorumlusu siz ise hâlâ ortalardasınız; öldürmeyen bir kan kaybıyla.
Genç araştırmacı Ren Aamari işte bu sorunu çözüyor. Daha doğrusu, kendi sorununu. Hem de kökünden.
Doğru, bu ilâç, yani aslında yazılım, başka bir ifadeyle hakikati sanalıyla değiştirebilen bu çare, kullanıcısına yaşamadığı, dolayısıyla aslen deneyimlemediği deneyimler kazandırıyor. (İfadedeki oksimoronik vasıf mahsus.) Buna rağmen gerçeğinden ayırt edilemeyen deneyimlerdir bunlar. Çünkü beyin için hayal ile gerçeğin kimyası bir ve aynıdır.
İyi ama hatırlamak, yaşamak demekti hani. Belki de tersi: Yaşamak hatırlamaktı. İçimizi karartan ama sahiden de yaşadıklarımızın yerine hayal ettiğimiz hatıralarımız geçtiğinde bu değişikliğimizin kişiliğimiz üzerindeki etkisi nedir? ‘Ben’in hakikatini neye göre ve nelere sabitleyeceğiz? ‘Ben’i nasıl tespit edeceğiz?
Hemencik aklınıza takılabilecek soru: İyi de, insanın olanca faniliğine rağmen yine de hayatla sıhhatli bir ilişki kurmasını mümkün kılan o yegâne referans, hakikat ne olacak? Daha doğrusu, yaşanmışlığa esas teşkil etmesini beklediğimiz mazi(miz) hangisi? Yaşadığımız mı, düşlediğimiz mi, düşlemeyi amaçladığımız mı?
Çağdaş insana teknoloji handiyse ne istiyorsa verdi. Ama karşılığında onun en kıymetli şeyini çaldı: zaman. Yeryüzündeki macerası en başta zamanla mukayyet insanoğlu, verdiğinin karşılığında aldıklarından ilk başlarda memnunsa da, ona zaman kazandırma iddiasını güden avuçladığı oyuncakların, tersine onun zamanını çaldığını farkettiği dönemden beri gün geçtikçe huzursuzluğu artmakta. Ve mutsuzluğu. Kandırılmışlığın ötesinde bir huzursuzluk bu çünkü sınırlı ömrü, modern hayat tarafından daha da sınırlandırılmakta. İşte bahsettiğimiz bu ilâç, modern insanın bu en esaslı derdine derman iddiasında. Ücreti mukabilinde dilediği kadar zaman. Daha doğrusu, vakit.
Hayır, bir simulasyondan değil, zihinde karşılığı bulunan bir deneyimden sözediyoruz. İmkân sahibi kişinin yapması gereken tek şey kalıyor geriye: Ona tanrının değil, insanın bahşettiği bu ‘öteki hayat’ıyla ne yapmak istediğine karar vermek.
Biz burada tam olarak neden bahsediyoruz acaba?
Şöyle: Gündelik gerçeklik içerisinde herhangi bir şeyi yapmak için onca uğraşmak ve didinmek yerine, bir koltuğa uzanıyorsunuz gözünüze bahsi geçen ilâçtan damlatıyorsunuz, saniyeler içerisinde o istediğiniz düşler sizin hayaliniz olup çıkıyor. Beherini sahiden deneyimlemişsiniz üstelik de.
Bu sihirli çaresinin karanlık yüzü de var elbette. Ama zaten hangi şifanın en az bir yan etkisi yok ki? Bu ilâç da değişik nöbetler görmeye zemin hazırlamaktan beyin ölümüne varıncaya kadar bir dizi yan etkiyle malûl. Öte yandan, beynimizin içinde sadece bir saniyede zaten milyarlarca nöronun geçtiği de bir gerçek. İşte bu yazılım-ilâç, bu nöronların eline bir senaryo veriyor. Ve böylelikle maksat neyse o hasıl oluyor.
İyi ama bu kadar masum görünen bir müdahale, nasıl oluyor da son derece ciddi yan etkilere yolaçabiliyor? Cevabı basit. Hatta neredeyse klişe: bilinçaltı! Çünkü yazılımın yaptığı şey, bir bakıma bilinçaltında uyuyan öğelerden beslenmek. Böylelikle de tutkularınız, istekleriniz, umutlarınız, beklentileriniz, niyetleriniz, hayalleriniz… ve hatta farkına bile varmadığınız nice nice korkularınız, gizlendikleri dehlizden günyüzüne çıkma imkânı bulabilmekte. Bir tarafta bütün bu tehlikeler, öbür tarafta bir günün, tam nasıl istiyorsanız aynen öyle yaşanma fırsatı… Sadece bir gün ama ömre bedel bir gün bu. Üstelik bu mükemmel günü saniyeler içerisinde yaşıyorsunuz.
Sınırsızlık… kayıtsızlık… mutlak serbestlik… İnsaniyeti gereği bütün yaşantısı sayısız maniayla sınırlandırılmış insanoğlunun arayıp da asla bulamayacağı bu sanal imkân, ‘tanrısal’ bir sınırsızlık manâsına da gelmekte elbette.
Hakikat, gerçek, yaşamak, görmek, hayat, hayal, rüya, kurgu, kurmaca, düş, yakaza, tasavvur, bilinç, zihin, dimağ, deneyim, vakit, zaman ve elbette ruh gibi esaslı, aynı zamanda bazıları sıklıkla birbirleriyle karıştırılan kavramların asliyeti üzerine düşünmeye davet eden bir film OtherLife. Varoluşun mahiyetini sorgulatan bir deve dişi.
Filmin senaryosu, yani asıl çekirdeği Ben C. Lucas, Lucas Howe, Gregory Widen troykasına ait. İskandinav buzu bakışlı oyuncu Jessica De Gouw da dahil, vazifesini yerine getirmenin ötesine geçememiş oyuncu performansının arkasındaki isim Ben C. Lucas.
Nitelikli bir bilim-kurgu filmi için illâ da yüksek maliyetli görsel etkilere, yüksek teknoloji gerektiren mekân tasarımlarına, ışın kılıçlarına veya lâzer tabancalarına yahut inandırıcı uzay simulasyonlarına filân hiç de ihtiyaç hissedilmediğini, Avustralya yapımı OtherLife bize bir kez daha gösterdi. İyi bilim-kurgu için gerek şart, geçen zaman zarfında hiç değişmemiş: bir elif miktarı yaratıcılık.