1990’ların başından itibaren İslâm dünyası kuşatma altına alındı. 1991’deki Körfez Savaşı’ndan sonra Cezayir de farklı sebeplerle bir uçuruma doğru sürükleniyordu. O dönemde Türkiye’de İslâmcı gençlik, bütün bir coğrafyamızı yeniden işgal etmeye yönelik emperyalist saldırılara karşı öfkesini dile getirmek için meydanları dolduruyordu. Bilhassa 1992 Ocak ayında genel seçimlerin ikinci turu iptal edilince, Türkiye’de pek çok kimse bu durumu Cezayir’in bağımsızlaşma sürecine vurulan ağır darbe şeklinde algıladı, ciddî bir tepki oluştu. Takip eden haftanın Cuma günü İzmir’de bir cami çıkışında üniversite öğrencilerinin ağırlıkta olduğu bir grup tarafından Cezayir’e yapılan müdahale protesto edildi. Birçok şehirde aynı şekilde cami çıkışında benzer eylemler yapıldı fakat İzmir emniyeti, eylemde hiçbir taşkınlık belirtisi olmamasına rağmen neredeyse bütün eylemcileri tutuklamayı tercih etti. Polisin olağanüstü tepkisi herkesi şaşırtmış, inanılmaz bir hayal kırıklığı oluşmuştu. Eylemle alakası olmayan cami cemaati polisin sert tutumundan korkmuş olmalıydı, Fransa karşısında Cezayir’e sahip çıkan gençleri kendi elleriyle polise teslim etmekte bir sakınca görmediler. O zamanlarda emniyetin üst düzey görevlileri arasında Fetullahçıların varlığı bir sır değildi.
1992’nin ocak ayında gerçekleşen protesto hadisesi, başta Fransa olmak üzere bütün Batı âlemine açık mesaj içeriyordu. Ne yazık ki bu mesaj, bizatihi Türkiye tarafından engellenmişti. Eğer Türkiye’nin tutumu bu şekilde olmasaydı Cezayir’de hadiseler farklı bir seyir izler miydi, bilemiyoruz ama mutlaka Batı dünyasına bir mesaj verilirdi, bunda bir şüphe yok. Aynı yılın nisan ayından itibaren üç yıl boyunca Bosna’da Sırplar tarafından, tarihte eşine az rastlanır bir katliamın yapılmış olması yukarıdaki soruyu Bosna için de tekrar etmemizi gerektirir: Eğer Cezayir’e sahip çıkma yönündeki irade beyanı polis şiddetiyle bastırılmasaydı Sırplar, Bosna’da fütursuzca katliam yapabilir miydi? Bu soruların meşru ve yerinde olduğunu zannediyorum. O dönemde içeriden birileri tarafından milletimizin elinin kolunun bağlandığı muhakkaktır. Türk milleti “yönetilebilir çaresizlik” içine hapsedilmişti. Bosna olayları çıktığı zamanlarda Türk istihbaratı, Boşnakların Türkçe konuştuğunu zannediyordu.
Aradan yıllar geçti, bizler de yaşlanmaya başladık. Kolay değil, 1989’da Gülen’in Fatih Camii’ndeki vaazı esnasında bir grup gencin konuşmayı protesto maksadıyla camiyi terk etmesinin üzerinden neredeyse otuz yıl geçmiş. O zamanlarda salya sümük vaazlar binlerce insan tarafından dinleniyordu. Onu protesto eden gençler ise kuduz köpek muamelesine tabi tutuluyordu. Eğer birileri o gençlere kulak verseydi 15 Temmuz yaşanır mıydı sorusu da meşru ve yerindedir.
Ne yazık ki 15 Temmuz gecesi, bu ülkede yaşandı. Bu adamın elli yıl boyunca yüz binlerce insanı etkilemiş olması utanç verici bir hadisedir. Bundan daha mühimi ise bu kabil insanların varlığını fark etmeyen zihniyet biçiminin hâlâ etkin olmasıdır. 15 Temmuz’dan sadece birkaç gün sonra aynı zihniyete sahip insanların meydanlarda egemen olmaya başlamasını başka türlü izah edemeyiz.
Konak Meydanı’nda ilk günlerin korku dolu ama muazzam bir umudu da içinde barındıran bekleyişi geride kalmıştı. Bütün meydanlarda olduğu gibi burada da şehit ve gazilerin acısı herkesi derinden sarsmış olsa da coşku hüzne galebe çalmaya başlamıştı. Bir işgal girişimi durdurulmuştu, coşku olmasın da ne olsundu.
Galiba ikinci haftanın ortalarıydı, ailemle birlikte meydana girmeye çalışırken tanıdık simalarla karşılaştım. Tanışlarım, bir grup gencin polis tarafından tartaklandığını ve bu duruma meydanda hâkimiyet kurmuş kişilerin tahriklerinin sebep olduğunu söylediler. Bu tatsız hadiseye sebep olan da o gençlerin Avrupa sömürgeciliğini ve Amerikan emperyalizmini protesto eden bir pankartı alana sokmak istemeleriymiş. Pankartı gördüm, üzüldüm, yıllar fazla bir şey değiştirmemişti. Sadece biz yaşlanmıştık.
Bu tatsız hadiseyi geçici ve birkaç kişinin densizliği şeklinde yorumlamış olmalıyım, yanılmışım. Bu senenin 15 Temmuz coşkusunda, ikinci günün akşamı aynı gençlerin aynı pankart sebebiyle yine polis sorgusuna muhatap olduğunu, alana girmelerine müsaade edilmediğini duyunca benzer bir duygu kırılması yaşadım. Doğrusu ikinci gün alana gitmek istememiştim. Çünkü Konak Meydanı çadırlarla doldurulmuş, belediye ve sivil toplum afişlerinden geçilmiyordu. O gençlerden biri aradı, çok üzgündü. Beklemelerini söyledim ve yine ailemle birlikte alana gittim. Polisin ve alana hâkim olanların ikna olmaya niyetleri yoktu. Polis bu sefer kamera açısına bizi aldı, kayıt cihazını adeta gözümüzün içine sokuyordu. Yasak, dediler, Ankara’dan emir varmış. Ben de onlara, 15 Temmuz darbe girişimini resmî makamların emriyle mi durdurdunuz, dedim. Bu sözümü de kayıt altına aldılar. Arkadaşlardan biri de “eğer siz böyle davranmaya devam ederseniz bir gün bu gençleri ve bizleri buralarda bulamayabilirsiniz” dedi.
Yılların dostu Tayyip Saraç da oradaydı. O da yüksek sesle “Cumhurbaşkanımız Amerika’ya ve Avrupa’ya ölümüne kafa tutuyor, bu çocuklar taşıdıkları bu pankartla ona destek olmaya çalışıyor, siz ise onları engelliyorsunuz. Bu alan bugün ne bir partinin ne emniyetin ne valiliğindir, bizatihi milletindir” dedi, o da kamera kayıtlarına alındı. O esnada gelip geçen onlarca kişi pankarta sahip çıktı ama görevliler, biz emirleri uyguluyoruz, sözünden bir adım geri atmadı.
İkinci gün alana gitmek istememiştim, belki de yaz sıcağındandı. Pankartı taşıyan çocuklara, boş verin gidip bir çay içelim, dedim. Ayrıldık, serin bir yerde sabaha kadar sohbet ettik. Geçmiş günleri yâd ettik. Güzel oldu. Gündüz sıcağından sonra bu serinlik gönlüme bir taze sevinç aşıladı. Karşı çıktığımız, bir zihniyet biçimiydi, her şeye rağmen bu karşı çıkışı sürdüren gençler var, bu güzel bir şey.