Modern çocuk kıyafetlerine biraz dikkatle bakın; beherinin hastalıklı bir biçimde yetişkin kıyafetlerini andırdığını göreceksiniz. Aynı şekilde, hangi Batılı ülkedeki hangi meşrepten tasarımcının elinden çıkarsa çıksın, yetişkin kıyafetlerinin de çocuk zevkini yansıttığını görürsünüz; en azından tahammülü şart koşan bir naiflikle… Yetişkini çocukluğa hapsederek ruhunu kanatlandırmasını engelleme ve çocuğu da hem büyüğe özendirerek, hem de ancak yetişkinin başedebileceği sorumluluklarla vaktinden evvel tanıştırarak ruhunu iğdiş ederek gelecekte çocukluk özlemi içerisinde kimliğini bulamamasına zemin hazırlama…
Şimdi böyle büyümüş bir kadını ve erkeği, tabiatlarının beherine, kişiliklerine göre davranmayı dayattığı dönemin ortalama iki katı bir vakit sonrasında yanyana getirmek ve bunlardan birleşmelerini beklemek.
Cinselliği inkâr caiz midir Hocam?
Bir de işin daha vahim bir tarafı var; başkalarınca itham mantığıyla yaftalanan kelimeyi kullanalım, ‘muhafazakâr’ları ilgilendiren. Ülkemizde ergenlik yaşı ortalama 13 ilâ 16 arasında. Meramımızı daha kolay anlatmak için bu sayıyı 15’e yuvarlayalım. Peki, gençlerin evlenme yaşı kaç acaba? En son güncellemelerle büyük şehirlerde 30’u bile aşmakta. Yok askerlikti, yok kariyerdi, yok işti, güçtü, evdi falan; gençler ancak yolun yarısına merdiven dayadıklarında evlenebiliyorlar. Kimselerin görmezden geldiği bir vahamet yok mu bu durumda? 30’unda evlenen biri, ömrünün yarısını cinsiyetini inkâr ederek geçirmiyor mu? Sert geldiyse ‘ihmal ederek’ diyelim. Ömrünün yarısında cinsiyetini, dürtülerini, tabiatını hesaba katmadan yaşamaya zorladığımız bu kişiyi, ‘everdiğimizde’ onun birden evrim geçirmesini bekliyoruz; yoksaydığı cinselliğini yaşamasını istiyoruz. Hatta dayatıyoruz. Bırakalım ömrünün en bereketli dönemini
Özellikle kendisini çağdaş, Batılı, lâik, Atatürkçü falan diye adlandıran ailelerin çocukları için meselenin çözümü zaten ortada: Batı’daki gençler arası ilişkiyi aynen uygulamak. 20-30 sene önce kız babaları belki az-biraz mırın–kırın ederdi annelerinin gözetiminde kızlarının karşı cinsle ilişkilerine. Artık onu da aştık.
Kimsecikler ifade ediyor mu bu münafıklığımızı? Gençleri harama teşvik eden yahut daha da fenası, ‘kendisine yönlendiren’ ve bitimsiz bir suçluluk duygusuna garkeden bu tabiatı yoksaymamız kaç bahar daha devam eder acaba? Başka her konudaki olanca Frenkleşmişliğimizi bu sahaya da taşımakla mı kurtulacağız yoksa? Bu kokuşmuşluğumuza dair kafa yorsak fena mı? Evlilik anlayışımız fena hâlde çuvallıyor çünkü. Bizse hâlâ boşanmayı zorlaştırarak evliliği koruyacağımızı zannediyoruz. Kimse kalkıp da nevzuhur evlilik anlayışımızı sorgulamıyor. Bir müessese olarak evliliğin kendisini değil, patentini taşıdığımız evlilik anlayışımızı.
Nevzuhur evlilik ve kadın
Mevcut evlilik anlayışımızın atalarımızınkinden hiçbir farkı olmadığını söylemek meseleyi çözmez ki. 18 yaşından küçük birini çocuk saymak da çözüm değil; tersine, meseleyi harlandıran bir nitelik. Erken evlilik yaftasıyla hukuki açıdan yasakladığımız, cemiyet plânındaysa aşağıladığımız şeyin, aslında tabiatın hakkını tanımaktan ibaret olduğunu ne zaman anlayacağız? Öte yandan, mevcut birçok sebepten dolayı çocuklarımızın ruhen ve zihnen büyüme yaşını da çok yukarılara çektiğimizin ben de farkındayım.
Düşünsenize, tuhaf bir biçimde en çok kadınların sahiplendiği mevcut evlilik anlayışımızın en büyük mağdurları aslında kadınlar. Çünkü evlilik anlayışı, beraberinde boşanma anlayışını da getirmekte. Günümüzde dul bir erkek, handiyse sütten çıkmış ak kaşık hükmündeyken kadın öyle mi? Cemiyet dul bir kadına hangi gözle bakmakta? Mevcut evlilik anlayışı gereği günümüz Türkiye’sinin her iki cinsten de fertlerinin; zenginlik, ikbal yahut güzellik gibi ayırıcı vasıfları üst perdeden barındırmadığında dul bir kadına hangi gözle baktığını zikre hacet var mı? Bunun sebeplerinden biri de, ancak Katolikler’de görebileceğimiz bir tarzdaki evlilik anlayışımız değil mi? Cumhuriyet dönemi icadı mevcut evlilik anlayışımız, en azından nikâha yüklediği anlam bakımından yeryüzündeki benzerleri arasında en çok Katolik nikâhını andırmakta: İlânihaye birliktelik.
30’una kadar kendisinden eline karşı cinsin elinin değmemesi beklenen, en çok ihtiyaç hissettiği dönemde karşı cinssiz ve yalnız yaşamaya mahkûm kılınan, sonuçta bu gayritabii durumu tabiat edinen ve farkına varmadan narsistik tahassüsler geliştiren iki kişiye dönüp “Haydi gelin canlar bir olun.” diyeceksiniz ve onların mutlu olmalarını bekleyeceksiniz. Ve bu evlilik tanımının içine gizli bir tarzda birbirlerinden kopmamayı temel aksiyom niteliğinde nakşedeceksiniz; tıpkı Katolik nikâhındaki gibi. Mutsuz olsan da, karşındakini mutsuz etsen de boşanmayacaksın! Sanki Onbirinci Emir böyle.
Katolik nikâhı
Hâlbuki boşanmayı zorlaştırmak değil, tersine, kolaylaştırmak, evlilik için daha hayırlı bir anlayış olabilir kimi durumlarda. Fakat o zaman da özellikle kadının yeniden evlenebilmesinin imkânlarını ortadan kaldırmamanız şart. Son yüzyılda iyice pekişen dul kadına yönelik defolu ürün algısının değişmesinin yegâne şartı, boşanmanın istisnai değil, sıradan bir hâl olabileceğinin kabulü gibi görünüyor. Ancak o zaman boşanmak, evlenmenin aşamalarından biri varsayılır ve ayıplanmaktan kurtulur.
Öte yandan bir Katolik için, kötü bir evliliğin çaresi kolay. Hem erkek için böyle bu, hem kadın için. Bize Katolik evlilik anlayışından beter bir evliliği icat edenlerin bu mevzudaki çözümleri ne acaba? Yoksa onlar da şimdilerde bizim yaptığımız gibi felâketi görmezden gelmeyi mi tercih etmekte?
Şizofrenik bir toplum olmaya doğru sürükleniyoruz sanki. Bunun en önemli kurumlarından biri de ev ve evlilik elbette.
Yeri geldikçe deşmeye devam edeceğiz.