Yeniden bir Çanakkale ruhu lazım bize

Çocukken hep şu sorular sorulurdu mahallenin içinde, “Deden kim, dedenin dedesini tanıyor musun, ya onun dedesini?” Gülüşmeye neden olan, ardı arkası kesilmeyen güzel sorulardı bunlar. Sonra da, “Sen nesin Türk mü, yoksa Arnavut mu, Torbeş mi, nesin” şeklinde devam eden sorularla birlikte kavga başlardı, “Türküm, hayır değilsin, asıl sen değilsin…” atışmalarının ardından eve ağlayarak dönen çocuklar olurdu.
Gece boyunca babasına şeceresini soran meraklı çocuklardık. Öyle bir mahallede büyüdük, suçumuz yoktu, sadece masum birer çocuktuk. Mahallede ekseriyetle Türkçe konuşulurdu, genelde Üsküp’ün Türk Çarşısı civarında yaşayanlar, tarihi camilerin yanına kurulmuş mahallelerde de olduğu gibi Türk aileler hâlen yaşamakta. Bu sadece Üsküp için geçerli değil, mesela Kalkandelen’de kasabanın içinde yaşayanlar Alaca camii ya da Harabati Baba Tekkesi etrafında olanlar ile sonradan şehrin içine yerleşmiş olanların tatlı kavgaları.
Ohri’de İmaret Camii etrafında büyüyen çocuklar da aynı şeyi yaşadı belki. İştip şehri içinde her yerden görülebilen Hüsameddin Paşa Camii etrafında kim bilir eskiden kimler yaşardı, oysa şimdi mahallede Türkçe konuşulmuyor, cami de harabe bir şekilde öylece tarihe meydan okuyor. Ama İştip’in içinde Hamidiye Medresesi, içinde de Sabahattin Zaim Kütüphanesi, etrafında da İştip’e bağlı 12 Türk köyü var.
Şehirlerin dili olsaydı kim bilir bizlere ne hikâyeler anlatırlardı. Yazarların yaşadığı şehirleri anlatması ancak şehirleri konuşturabilir bugün bize. Bu yüzden bazen kendimizce, maksat muhabbet etmek olsa da bu şehirleri ziyaret edip oranın gençleriyle, eli kalem tutanları ile tarihe ışık tutmak amaçlı toplanıyoruz. Belki bir dağı iğneyle kazmaya benzer ama olsun yine her şehrin kendi hikâyesi yazılacak bir gün.
Her evde bir göç hikâyesi var, her şehrin bir fethedilme bir de elden çıkma hikâyesi olduğu gibi. Osmanlı Rumeli’den geri çekilirken, o kopuş ardından birçok insanın çığlığına ve kendi kıyametine tanıklık etmiştir. Bugün Üsküp’ün tam da merkezinde soğuk havaya ve inceden yağan kara rağmen meclis binası önünde protestoculara şahit oldum. Yanlarından geçtim, içimde tarihin izini yakalamaya çalışan benle tarihle hesaplaşan ben kavga ederken, etrafımda dün aynı sebepten ötürü savaştıklarımızın, ellerimizden vatanımızı alanların serzenişlerini duyuyordum. Meclisin önünde Anayasa değişikliği oylamasını boykot edenler, “bu ülke bizimdir, ismimizi de değiştirmeyiz” diyorlardı. Zira Makedonya Meclisi ayın 15’ine kadar Anayasa değişikliklerini oylaması gerek. Bu oylamanın içinde Makedonya ismi Kuzey Makedonya olarak değiştirilecek. Meclis binasının önünü bugünlerde hareketli günler bekliyor.
Kim ne derse desin, bizler bugün bu topraklarda varlığını sürdüren Türklerin en büyük “keşkesi” göçtür. Keşke yüzbinlerce insan göç etmeseydi, o göçler yaşanmasaydı derken buluyoruz kendimizi. Ne oldu, gidenler “muhacir” kalanlar “azınlık” oldu. Bu her iki şekilde de yaşamımızı sürdürdüğümüz yerde “öteki” olmamıza neden oldu. Oysa aynı mahallede bizden yüz yıl önce dizlerini kanatan Beyatlı, ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ şiirinde ne diyordu “…Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde…” Ülkelerin ismi değişir, toprak sınırları değişir, ama bir gerçek var “bizde kalan her yer.”
Ne kadarı bizden ve ne kadarını sahiplendik, yüz yıl sonra küçük bir provokasyonla neden ötekileştirme derdine girdik. Bu bize ne sağlar bugün, şu anda yaşadığımız Balkan coğrafyasında bizi rencide etmek “Siz Türk değilsiniz, Türkleşmiş başka birer milletsiniz, aslınıza dönün” diyenlerin sayısı çok fazla.
Düşünsenize, burada herkesin ailesinde Anadolu’dan gelen bazı askerin hikâyesi varken, sırf bu yüzden göç etmeyip buradaki yadigâr saydığımız değerlerimize tutunmaya çalışırken, varlığımızı her savaşta korumaya çalışırken, böyle bir cümle sanmayın ki yolumuzdan döndürür bizi.
Asla, hatta onların bu söylemine karşılık verdiğimiz çok cukkalı cevaplar da var, malumunuz 600 yıl, kim kime neyi anlatıyor, masal değil ya, tarihi gerçekler var. Ancak bunu tarihçi bir akademisyen söylerse o da bizden olursa o zaman üzer bizi bu söylem. Biz daha birbirimizi tanımazken kime neyi anlatıyoruz?
Geçen günlerde çok gereksiz bir ayrışmanın içinde ve şu dönüm noktasında hatta ve hatta seçim öncesinde “Balkanlı göçmenler” üzerinden yapılan gereksiz bir tartışmaya şahitlik ettim. Türkiye’de bazı konular bir kibrit çakışı gibi çok çabuk parlıyor.
Bu kibriti çakanlar kim, hadi biz yandık, siz yandınız ama kibriti tutan kim, mesele orada. Düşündüm Mehmet Akif Ersoy sağ olsaydı nasıl bir cevap verirdi, muhtemelen Balkanlar’ın parçalandığı ve dede topraklarının el olduğuna şahitlik eden şiirinden bir dize ile cevap verirdi “…Veriniz baş başa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübin: Ne hilafet kalıyor ortada billâhi, ne din! Medeniyyet! size çoktan beridir diş biliyor; Evvela parçalamak sonra da yutmak diliyor…”
Mahallemizde çocukça bir tartışmaydı bizimki, ancak günümüzde yaşananlar işte bana tam da bugünkü durumu anımsattı. Sen kimsin, ben kimim? Asıl sorun da burada. Oysa mahallemizin içinde herkese yer vardı. Kimin ne olduğu önemli değil, yolda kalanlara yardımcı olmak insani bir borcumuz, vatanını terk etmek zorunda kalanlara, savaştan kaçanlara yardımcı olmak insani bir mesele. Bu insani meselemizin içinde elimizden ne geliyorsa yapabilmek önemli. Yaparken bir diğer tarafı bozmak yıllarca mücadele ettiğimiz uğraşıları da suya gömer. Milyonlarca insanı da üzer, onunla da kalmaz yeni bir sorun doğurur. Şu anda en gereksiz olan da o.
Bu topraklar fethedilirken de şehid verdi, terk edilirken de kana boyandı. Bir grup Suriyeli mültecinin davranışlarından sebep tüm Suriyelileri hedef almak yanlış olduğu gibi, kendini bilmez birkaç Balkan kökenli insanların sözlerinden tüm Balkan ya da diğer göçmenleri hedef almak da yanlış. Bize bu günlerde yeniden bir Çanakkale ruhu lazım. Allah yâr ve yardımcınız olsun…