Dışişleri bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun gündeme getirdiği “Yeniden Asya” bir niyet beyanı olmaktan öte anlamlar taşımaktadır. Çerçevesi ve içeriği tam olarak belirlenmemiş bir söz olduğu için hangi alanları kuşattığına dair açık bir fikre sahip değiliz. Fakat her hâlükârda çok önemli bir ifade olduğunu kabul etmek zorundayız. Öylesine akla geldiği için söylenilmiş bir cümle olmadığından farklı çevrelerin dikkatini çektiğini de belirtmeliyiz.
Türkiye en son 2001’de çok sarsıcı bir ekonomik kriz yaşamıştı ve o tarihte kendine yeni bir eksen oluşturmaya karar verdiğini söyleyebiliriz. O zamana kadar Türkiye, Batı Avrupa devletleri ve Amerika ekseninde bir hayat yaşıyordu. Bu, aslında çok uzun bir zaman önce verilmiş kararların neticesiydi. Batılılaşma tarihimiz Batı ekseninde bir yaşama karşılık gelmiştir. Yüzyılları aşan bir siyaset biçimi söz konusuydu. Fakat hiçbir şekilde kendimizi inkâr manasına gelen adımlar atmadığımızı da belirtmeliyiz.
KENDİNİ YENİLEME
Müslüman kalarak kendini yenileme arayışı çok fazla inişler ve çıkışlar ihtiva eder. 2001’deki ekonomik krizi de bu çerçevede yaşadık. Türkiye, kurumsal düzeyde kendini Batı’ya teslim etmemiş olsa da yönetimi elinde bulunduranların meşrebi bakımından Batıcıların hüküm sürdüğü bir ülkeye dönüşmüştük. Yönetim mevkilerini işgal edenlerin Türkiye’nin iktisadî imkânlarını da Batı’ya teslim etmiş olduğu görüldü. Hâlbuki Batı’nın da kendi içinde büyük sıkıntılar yaşadığı dönemdi fakat Batı’ya bağımlı unsurlar bireysel ve grupsal çıkarlarını Türkiye’den üstün tuttu.
O dönemi yaşayanlar krizin çok ağır olduğunu hatırlayacaktır. Fakat bu kriz aynı zamanda Batı ekseninde bir hayatın Türkiye için doğru olmadığı sonucunu da tevlit etti. Türkiye kendisi için yeni bir eksen oluşturma arayışına girdi. Erdoğanlı yıllar Türkiye’nin kendisine yeni bir eksen oluşturma mücadelesiyle geçti.
Erdoğan, yerli ve millî olanı temsil ettiği için ilk yıllardan itibaren yoğun bir baskıya maruz kaldı. Baskının içeriden gelmesi şaşırtıcı bir durum değildi. Batı’yla münasebetlerimiz geliştikçe kozmopolit bir çevre oluşmuş, “milletim nev-i beşer vatanım rû-yı zemin” şeklinde Tevfik Fikret tarafından dillendirilen düşünce ciddî bir uzaklaşmayı da beraberinde getirmişti. Bunun adı yabancılaşmadır. Yerli ve millî olana karşıtlık uzaklaşma, yabancılaşma ve hatta düşmanlık şeklinde tezahür edebiliyordu.
Şaşırtıcı olan ise içeriden olduğu varsayılanların yaşadığı yabancılaşmadır. Konuyu yakından takip edenler açısından şaşırtıcı bir durum söz konusu olmasa da din adına hareket ettiği varsayılan grupların da zaman içinde bağımlı yapılara dönüşmesi beklenilen bir durum değildi.
Aslında post-kolonyal dönemin en tipik vak’ası ile yüzleştiğimizi hâlâ tam olarak görebilmiş değiliz. Bunu dinî ya da la-dinî bir çerçeve içinde analiz ettiğimizde konuyu hiç anlamamış olacağız. Batı yirminci yüzyılın ikinci yarısında komünist hareketleri desteklediği gibi dinî hareketleri de destekledi. Komünist hareketler Avrupa ve Amerika’ya nüfuz altına aldığı ülkelere müdahale imkânı veriyordu. Dinî hareketler ise o ülkeleri içeriden ele geçirmek için kullanılacaktı.
TÜRKİYE’NİN VARLIĞINA DOĞRUDAN TEHDİT
Yeniden Asya bağlamında ilk adımın 2009’da atıldığını söyleyebiliriz. Sembolik değeri çok yüksek olduğu için “one minute” hâdisesi Türkiye’nin kendine yeni bir eksen oluşturma çabasının işaret fişeği olarak kabul edilmelidir. Türkiye için başka seçenek yoktu. Batı, Türkiye’nin varlığını doğrudan tehdit ediyordu. Coğrafyamızdaki varlıkları çok tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Birinci ve İkinci Körfez Savaşı, Batı’nın millî varlığımızı da tehdit ettiğini gösterdi. Kaynaklarımızı sömürmekle yetinmeyecekleri anlaşılmıştı.
ABDÜLAHMİD’İN DEMİ-İPEK YOLU
İpek Yolu ağırlıklı olarak bizim coğrafyamızdan geçiyordu. II. Abdülhamit demir ipek yolunu hayata geçiren ilk kişidir. Bugün Çin’in öncülük ettiği “bir kuşak bir yol” projesi büyük heyecan uyandırıyor. Bundan yüz yıl önce demir ipek yolunu Osmanlı hayata geçirmiş fakat etki üretememişti. Eğer Berlin-Basra arasında işlemesi tasarlanan kesintisiz hat tam olarak hayata geçseydi dünya tarihi başka türlü seyrederdi.
Dünyaya İngiltere’nin gözüyle bakmayı bir yaşam biçimi hâline getirmiş kalemler alaycı bir dille bütün suçu dışarıya attığımızı iddia edip güya suçu kendimizde aramamız gerektiğinden bahsetse de konu bağımlı yapıların anlayamayacağı kadar zor değil. Ellerinde silahları vardı ve öldürmek kastıyla ateş ediyorlardı. Kendilerinden başkasına yaşam hakkı tanımadıklarını yüzlerce defa gösterdiler. Bu konunun liberal demokrasinin kavramlarıyla anlaşılamayacağını belirtip bahsi kapatalım.
Türkiye demir ipek yolu gibi tecrübeleri çok derin sarsıntılarla yaşadı. Yeniden Asya bir dilek ve temenni değil. Bunun nelere yol açabileceği konusunda da geçen on yıllık tecrübenin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye kendine yeni bir eksen oluşturmaya çalışıyor. Fakat bu Türkiye ile sınırlı bir durum değildir. Post-kolonyal dönemin en özgün siyasetini Türkiye kurmaya çalışıyor.
15 Temmuz’daki millî başarının etkileri Türk ve İslam coğrafyasında görülecektir fakat bunlarla sınırlı olmayacaktır. İlk olumlu etkilerinin Suriye’de görülmesi de çok anlamlıdır. Bu, iki ülkenin kaderinin birbirine bağlı olduğunu gösterir. Benzer bir etkinin Kıbrıs adası bağlamında yaşanıyor olmasını da önemsemek gerekir.
Türkçe, Adriyatik’ten Çin seddine kadar konuşulan ve yazılan bir dildir. Bu dilin çocuklarının Yeniden Asya demesini tabiî bir gelişme olarak görmek gerekir.