Yeni bir söz ihtiyacı

Çağımızın insanı için yenilik hangiyse vazgeçilmez bir zorunluluk. Öyle ya, yalnızca eşyalar değil, kavramlar, sıfatlar, kişiler, kişilikler eskiyor; hem de hızla. Hakikatten çok zihnimizde.

Yazık ki Paul Virilio’nun işaret ettiği anlamda hız, hayatı kolaylaştıran değil, tersine, mahveden bir vasıf hâline zaten geçen yüzyılda gelmişti. Biz bunu da ıskaladık; heyhat. Hayatta kalmak için bahşedileni hayatı sonlandırırcasına köklemek ve fark etmeden kendi kökünü kurutmaktı bizimkisi. Bu arada kendini hızın hazzına teslim etmekten de geri durmadık elbette.

Öte yandan hıza meydan okumak mes’uliyetini de gayrımıza havale etmede hiçbir mahzur görmedik. Başka bir derdimiz vardı bizim: yenilik! Biteviye yeniledik, yenilendiğimizi zannederek. Hem ferdiyet cephesinde sürgit devam etti bu yenilenme yanılsaması ve hem de cemiyet plânında.

Her şeyin ama her şeyin yenisi makbûl nezdimizde artık. Eşya ile içimize sindirmekte mahzur görmediğimiz bu yenile(n)me iptilâsı, hatta istilâsı, gündelik hayatta yardımcı nesnelerden başlayarak zamanla öteki varlıklara yayıldı; ardından da kavramlara, kurumlara ve hatta insanlara teşmil edildi. Farketmedik.

Dinde yenilik, dilde yenilik

Yenilenmemiş hiçbir şey bırakmamayı marifet bildik. Üstelik ne var ne yoksa elimizin altındayken biz yeniledik ama nedense hakiki mânâda hiç yenilenmedik. Bunca dışyüz yeniliğine rağmen yenilenme ihtiyacımız hiç sükûn bulmadı. Tersine, yenilenme ihtiyacımızı arttırdı bütün bu yenileme gayretkeşliğimiz.

Dilimizi yeniledik devlet eliyle…

Dinimizi yeniledik hem devlet eliyle, hem de yeni din adamlarımızın… Din adamı tipi de yeni değil miydi? Zaten yeni dine eski ulema yakışır mıydı hiç?

Yeni dilimiz sonrasında en basit maruzatımızı dahi muhatabımıza sıhhatli bir şekilde ifadeden mahrum bırakıldık. Durumun böyle oluşunu bile hakkıyla anlayanımız bir elin parmağı miktarınca. Öbür yandan hâd safhada ‘iletişim derdi’ yaşamaktayız. Meramımızı anlatamamaktan mustaribiz; meramı anlamaktan şüphe edenimize rastlanmıyorken.

Bırakalım İslâm’ı, Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta bile tarih boyunca görülmedik miktarda yeni din anlayışı icat ettik son yüzyılda İslâm şemsiyesi altında hem de. Öteki İslâm anlayışlarını dışlayan, yekdiğerini tekfir eden, en hafifinden İslâm’dan saymayan bir sürü yeni dinimiz oldu: Geleneksel İslâm, Neo Selefi İslâm, Kur’an’daki İslâm… Onu dışlayan İslâm, bunu buna boş veren İslâm… Yetmedi, devlet de dine el attı ve toptan reddedeceği kendi dinini ikameye sıvandı: Türk Müslümanlığı.

Öte yandan, devlet memuru kılınan bütün ‘din adamları’ zamanla öyle bir din icat ettiler ki, özne konumundaki İslâm’ın yerine neredeyse semavi olan olmayan ne kadar din varsa fark etmez, aralarından hangisi seçilirse seçilsin, üç aşağı, beş yukarı uyacak bir din peydahlamak mecburiyetinde bırakıldılar. Çünkü ne şiş yanmalıydı bu dünyada, ne de kebap. Öbür dünya mı? Bakacağız artık…

Nasıl bir yenilik?

İyi de seraba yenilik mi ihtiyacımız? Başka bir ifadeyle, ifademizi yenilediğimizde dahi yeni bir şey söylemek mecburiyetimizin devam ettiğini kime, nasıl anlatabileceğiz? İhtiyacını dayatan yeni söz, sadece ifadesiyle değil, (Doğru! Sanatkârane bir iddia değil bu. Yahut ihtiyaca binaen sanat endişesini dahi paranteze almak mecburiyetindeyiz) münderecatıyla da hakiki yeniden izler, kokular, tatlar taşımak durumunda.

Yeni bir söz…

Üstelik yeni bir şeyi, yeni bir şekilde söyleyen yepyeni bir söz.

Mümkün mü?
Hayal edilebilir mi?
Kim söyleyecek bu sözü?

İçimizden birileri mi yoksa dışarıdan mı medet umacağız?

Üstelik bu aşkın çürümüşlük içerisine gark olmuşken hangi melekemizle kokusunu alabileceğiz bu yeniliğin?

Yeni sözün yeniliği için de Amerika’da yapılan deneylere mi muhtacız?

Nereden başlayacağız?

Neden bahsedecek bu yeni söz? Hangi meseleleri, neye göre ele alacak? İknaî bir dil mi kullanacak yoksa inşaî mi? Bize bunca zamandır yutturulan bunca yalancı dolmayı nasıl istifra edebileceğiz? Yürürlükteki Türk kavramının, yüzyıllar boyunca sürgit devir alınan Türklükle irtibatı koparıldıktan sonra bayraklaştırılmaya çalışıldığını ve nihayetinde günümüzde tam da bu amaçla işlevselleştirildiğini anlayamayanlara yahut kabullenmekte direnenlere hangi yeni söz, nasıl tesir edebilir? “Yeni şeyler söylemek gerek cancağızım” diyen bizden değil miydi? Hani onun torunları nerede?

Kim, bize ne söyleyecek de cüzzama tutulmuşçasına hissetmediğimiz varoluş ıstırabımıza şifa emareleri devşirebileceğiz?

Hangi cümle derdimize derman olacak?

Hangi bakış açısı nazarımızı kavileyecek ve hangi yeni ifade bizi bu yenilik tutkusundan bir ân olsun uzaklaştırabilecek?

Neyin yeniliği?

Biz bütün dertlerini görmezden gelen, olmadı tehir eden cumhuriyet nesilleri… Artık en büyük, en köklü, en derin, en sahici, en esas ve en temel meselemize dair, yüz yıldır yok saydığımız o soruyu ne vakit soracağız? Öyle ya, vakit geçiyor ama meselemiz hâllolmuyor.

Hangisi esastır bizim için? Keşfi kadim mi, yoksa nazmı cedid mi? Geçmişteki gibi kendimize hile yapmadığımız takdirde, birbirine taban tabana zıt bu iki gidişatın hangisinden başlarsak başlayalım varacağımız nokta, zaten yekdiğeri değil mi?

Vazifemizi daha ne kadar savsaklayacağız?

Yeni bir düzen mi kuracağız yoksa yitik eskiyi mi arayıp bulacağız?

Sahte yenilere ve yeniliklere paydos. Gözümüzü en yeniye dikmek mecburiyetindeyiz. Pörsümeyen yeniyi bize yepyeni bir tarzda anlatacak yeni bir söze.

Ekmekten de, sudan da fazla, dilimizi, dinimizi ve en mühimi de kendimizi bize hatırlatacak, daha doğrusu sıfırdan öğretecek yeni bir söze muhtacız. 