Yazının kimyasına dair

Hakikinin bulunduğu her yerde, varlığından kuşkulanılamayacak bir şeyin daha bulunması kaçınılmazdır: sahte!

Ne ki kimileyin sahte, hakikinin hüviyetine bürünmekle yetinmez, bütünüyle onun yerini alır; yekdiğerine hayat hakkı tanımamacasına. Yoksa hayatın kendine özgü ritmini fark eden herkes şu hikmete uzak değildir: Her şeye sahtesi musallat… Demek ki bizatihi hakikat başka, hakikinin yerine kendini ikame eden sahte (hakikat) başka.

Belli bir dönem sonrasında ülkemizdeki bilim, felsefe, kültür ve sanat, özellikle de edebiyat için durum bu: Hakiki ile sahte arasındaki yer ve değer değişimi, handiyse bütün keskin gözlerden kaçırılabilecek bir yetkinliğe ulaştırılmış durumda.

Günümüzde edebiyat alanında yapılagelenlerin baskın çoğunluğu, kalıplıklarını, tek tornadan çıkmışlıklarını gizlemenin maharet timsalleri…

Karanlığı kötülemektense minicik bir mum yakmaya ihtiyacı hissettirme kabilinden, geçen hafta bir girişimde bulunmuş ve yazı üzerine uygulamalı bir istikamete dair bazı ipuçları vermeyi denemiştik. Bu hafta ikinci ve son bölüm ilginize amade.

İçerik enflâsyonunda içerik belirlemek

Bu aşamada yazacağımız mevzuun, mantık terimleriyle söylersek içlem ve kaplamını tespite çalışıyoruz. Başka bir ifadeyle, bir önceki evrede akıldışı tarafımızı, sezgimizi, bilinçdışımız, çağrışım birikimlerimizi işe koşmuştuk ya, şimdi onları paydos ettiriyoruz ve makuliyetimizi davet ediyoruz çalışma masasına.

Peki ilkin nereden başlıyoruz? Şuradan: Elimizde ne varın tespiti!

Madenden yeni çıkarılmış ama hiç el değmemiş bir sürü hammadde. Yani asıl açısından baktığımızda hiçbir şey. Fakat hammadde niteliklerini sakın gözden kaçırmayalım o hazine parçalarının. En azından mevzua ısındırma temrini vasfını yabana atmayalım.

Dolayısıyla bu aşamada, konunun aşağı-yukarı içeriğini belirliyoruz. Zaten tespit ettiğimiz konumuzu, hangi bağlamda, nelere ve nerelere başvurarak anlatacağız? Sınırlarımız nerede başlayıp bitecek? Neyi, ne kadar kullanacağız?

Maden örneğimizi sürdürelim dilerseniz; hani elimizde işlenecek bir sürü hammaddemiz vardı ama bize bunların tümü gerekli değildi ya. Meselâ bize o an için taş-toprak, kum falan gerekli değilse ilkin onları ayıklıyoruz. Sonra yıkadığımız bu hammaddeleri bir potaya atıyor ve gerekli hararette kimyevi muameleye maruz bırakıyoruz. Ve oradan da meselâ ham altın, ham gümüş, ham bilmem ne elde ediyoruz… İlkin bir maden ocağı olarak kullandığımız masamız, bu aşamada bir laboratuar masasına dönüşüyor. Ölçüp biçiyor, ayıklayıp temizliyor; kaynatıp eritiyor ve tartıp kalıplara döküyoruz.

Ne var, ne yok?

Tamam, benzetme yerine bizzat ifadeyi deniyorum:

Konuyla ilgili bizde var olanları ortaya döktük; ardından var olmayanları tespit ediyoruz:

Mevzu hakkındaki yazılar, yan öğeleri destekleyen bilgiler, ansiklopediler, temel kaynaklar, başucu kitapları…

Konuya göre, örneğin kimi tanıklıklar, başkalarının deneyimleri, yorumları veya bilgileri…

Son iki öğe, özellikle anlatı türü yazılar için farz hüviyetinde.

Sonra da malzemeyi önümüze yığıyoruz: fotokopiler, ilgili kitaplar, notlar… Deyim yerindeyse bu aşamaya, bina dikilecek arsaya, o inşaatta kullanılacak malzemenin yığılması ve en fazla kendi içinde istiflenmesi diye bakabiliriz: Kaç torba çimento, kaç kamyon kum, kaç ton demir gerekli ve bunların hangisinden ne kadarı filân aşama için gerekli?

Dolayısıyla bu aşamada, konuya veya konunun evrelerine dair kısa kısa cümlelerimiz ortaya çıkmakta: Bazen çok kısa tespitler, kimileyin orijinalmiş gibi görünen benzetmeler… Hatta zaman zaman aforizma hüviyetindeki ifadeler… Ne varsa kâğıda geçiriyoruz. Sakınmadan. Silmeden; düzeltmeden. Sınırlamadan.

Bu aşamada her türlü ifadeye, pinti bir Yahudi’nin parasına muamelesine benzer davranmak durumundayız.

Önceki evrelerle bu aşama arasında önemli bir fark var: Artık sözünü ettiğimiz arsanın boyutu, belediyenin oraya tahsis ettiği inşaat alanı, kat sayısı, bir kattaki daire sayısı, dairelerin ebadı falan kesinleşmiş durumda. Ve her şey de ona göre şekillenmekte.

Frankenstein’ın masası

Yazının çerçevesi, ana hatları, iskeleti, gidişatı, ulaşacağı verileri, etkileri yahut sonuçları bu aşamada şekillenmekte. Deyim yerindeyse bu aşamadayken üzerinde bulunduğumuz yazma eylemi, bir binanın mimari plânından çok, o plânın taslağına yakın düşmekte.

Şuraya dikkat: O taslağa baktığımızda salon penceresinin tam ebadını belki göremeyebiliriz ama salonda kaç pencerenin bulunduğunu kesinlikle görebilmemiz gerek.

Dolayısıyla yazının kaç ana ayaktan teşekkül ettiği, bu ayakların birinden ötekine kaç adımla geçileceği; hangi malzemenin, nerede ve hangi kıvamda kullanılacağı, daha açık bir ifadeyle yazının kaç paragraf tuttuğu, o paragraflarda konunun hangi yönünün ele alınacağı kesinleşmiş durumda.

Size de artık bu kesinliğe uygun biçimde davranmak düşüyor: Yazının bizzat kendisinin özüne başlayabiliriz artık.

Buraya titizlik lütfen: Önsinopsis de diyebileceğimiz bu aşamayı bir tür özet diye anlamak, teknik açıdan çok ciddi bir hata. Çünkü özet dediğimiz şey, aslının belli ilkeler çerçevesinde kısaltması/kısaltılması iken, burada sözünü ettiğimiz şey, o aslın bir çeşit heykel hamuru. Yani bir metnin kendisi ile özeti arasında, üç aşağı-beş yukarı bir denklik söz konusuyken burada sözünü ettiğimiz vasıf, daha çok yazının cenin hâli…

Şöyle söylersek, sanki bu mevzudaki kafa karışıklığına dair bir kibrit çakmış sayabilirim kendimi: Bir özetten hareketle o özetin metnine gidilebilir ama bir özden hareketle birçok metne çıkılabilir. Bir ceninin, bir katile de bir veliye de delâlet edebilmesi gibi.

Tren var, tren var yani

Somutlaştırdığımızda:

I) Bu evrede yazının ana duraklarını sabitliyoruz. Yani metnin başından sonuna değin önemli belli başlı noktalarını ve yol hattını kesinleştiriyoruz. Varsayalım sözünü ettiğimiz şey bir tren yolculuğu. Yani Haydarpaşa’dan yola çıktıktan sonra güzergâhta hangi durakların yer aldığı, hangilerinde trenin ne kadar duracağı, hangilerinin istasyon, hangilerinin gar hüviyeti taşıdığı…

Sonra trenin banliyö mü, ekspres mi yoksa uluslararası bir sefer mi olduğu meselesi…

Tabii en önemlisi yolculuğun niteliği: Öyle ya, sırf tren yolculuğu etmek için trene binmek var, bir de (şimdilerde herkes gibi) bir yere gitmek için trene binmek var. Tamam, anlamak için turist ile gezgin farkı da diyebilirsiniz.

II) Ana durakların çok kısaca içeriklerini belirliyoruz. Yukarıda küçük başlıklar hâlinde yazdığımız ana durakları ufaktan açıyor, o durakların nasıl işleneceğini kısaca vurguluyoruz.

Her yazı bir yıldız

Yapacağımız şu: Demin kısa kısa çizdiğimiz çerçeveler var ya, beherini becerikli bir Tatar kadınının yufka açışı gibi ince ince işliyoruz.

Bilirsiniz, bir yazının yaratılma süreci ile okunma süresi arasında sıradüzen açısından hiçbir mutabakat yoktur; özellikle çağdaş bir yazı söz konusu ise. (Buradaki çağdaş sözcüğünün her zaman modern anlamına gelmediğini de hatırlatmama gerek yok.)

“İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz hocam?” sorusu ortaokulda kaldı. Yazının istediğiniz yerinden başlayarak istediğiniz kadar yazmaktan kaçınmayın. Bilmeliyiz ki hiçbir yaratıcı yazı, okunan sırasıyla yazılmamıştır.

Bu aşamada konuyu dağıtmak, lâf kalabalığı etmek, edebiyat yapmak serbest; hatta “her bi’ şey” serbest. Yeter ki bir sonraki aşamada altın makası çeyiz sandığınıza gömmeyin.

Makyaj masası

Şimdi önümüzde yeni doğmuş, nurtopu gibi bir yazımız var. Ama belirtmiştik, onca şişinmesine karşın insanoğlu, kâinatın en beceriksiz yaratıcısı… O yüzden dilerseniz bu masayı makyaj masasından çok, estetik ameliyatı masası sayalım.

Gelelim bu masadaki işlere…

I) Tematik açıdan metindeki tutarsızlıkların, çelişkilerin, zayıflıkların gözden geçirilmesi.

Örneğin sözünü ettiğimiz bir anlatı metniyse konu gerçeğe mutabık mı, karakterlerle konu arasında çelişki-çatışma var mı, abartılı veya (tematik açıdan) zayıf kalan noktalar nereleri; bizzat konunun kendisi veya öğeleri makul mü, akış mantıklı bir hava veriyor mu?

İşte bu aşamada ilkin bunu yapıyoruz.

II) Az önce içerik açısından yaptığımızın benzerini bu kez anlatım açısından gerçekleştiriyoruz. Bozuk veya zayıf ifadelerin tespiti, banal benzetmelerin öyle olmayanlarıyla değiştirilmesi, kimi bölümlerin oturup yeniden yazılması; dil zaaflarının belirlenmesi ve tedavisi…

Sonrası mı? Sonrası tıpkı Rimbaud’nun son nefesini verirken dediği gibi: Allah kerim!

***

Edebiyatta da merhametten maraz doğar

Bir yazı bu aşamada, tam bu tekrar tekrar düzeltme aşamasında yaratılır. Tekraren ifşa ediyorum.

Malûm, insan kusurlu, hem de sandığından çok kusurlu bir yaratıcıdır. Az önce binbir emekle doğurduğu öz çocuğunu, ameliyat masasına yatırması ve gerekli her yeri, hiç acımadan kesip doğraması da bu düzeltme evresinde gerçekleşmekte.

Bir yazarın sahiciliğinin, esaslılığının, hatta büyüklüğünün tecelli ettiği aşama işte burası…

Yaratıcı yazının en kutsal, en bakir ve en az dile getirilir evresi: kendini tashih.

Kendi ürettiğine bir çeşit kutsallık atfeden ve dokunulmazlık vehmeden yazarcıkları, rahatlıkla kendi kakasında hikmetler arayan üç yaşındaki çocuk diye yaftalayabilirsiniz. Kendi kusmuğuna merhamet edene merhamet edilmez çünkü. Eleştirinin doğası bunu gerektirir. Ne yazık ki zamanımızın Türk Edebiyatı işte bu zavallıların saltanatının sefahatinden başka bir şey değil. O yüzden birçoğunun yaratıcılığı, kitaplarına taktıkları adlarda başlayıp bitmekte.

Hakiki Türk Edebiyatı mı? Keşfetmek için daha bir dikkat istiyor yalnızca.